Bahan teks teka teki

3 hatta 7 senemi ziyan ettim.

2024.05.14 00:04 EzikVeKaradenizli 3 hatta 7 senemi ziyan ettim.

Merhaba ben EzikVeKaradenizli ve ben bir andavalım. Hani filmlerde grup terapileri vardır ben John ve ben bir alkoliğim derler heh işte ben de bir andavalım. Bu yazıyı belki de beni tanıyan insanlar okuyacak ve anonim olmama rağmen ben olduğumu anlayacaklar. Varsınlar anlasınlar çok da fifi artık
Ben 03 doğumluyum yani bu sene 21 yaşıma gireceğim. Henüz girmedim ama az kaldı kendimi 21 sayacağım bu yazıda. 21 yaşımdayım ama üniversite sınavına giriyorum. 4. girişim olacak bu sene olaylar da bunun üzerinde gelişecek aşağıda lisede başlayan "Depresyon" hikayemi uzunca yazacağım.
Ben 2017de lise sınavında 3 yanlış yapıp yığılma yüzünden %3e girdim. Yine iyi bir sıralamaydı ancak çok daha üst seviyelere girmem gerekiyordu 2017 teogunu hatırlayanlar neden 3 yanlışla %1e giremediğimi bilirler. Yine de iyi bir skorla liseye girmiş oldum sonra nakil aldım hemencecik falan filan. Çok güzeldi 8. Sınıf. Ailem tarafından sürekli senin kafan basmıyor sen saatleri öğrenemiyorsun sen artık meslek lisesine girersin diye resmen hor görülen ben sadece dersleri dinlemeye başladığım için çok az çalışarak iyi bir okula girmiştim.(Kolay olmasaydı sınav cidden üst lvl okullara girebilirdim). O seneki arkadaşlıklarım falan da iyiydi. Bundan sonraki her sene bir öncekinden kötüydü
Sonra liseye girdim fizik okumak istiyordum içten içe. Soran olursa içinde fizik olan herhangi bir şey okuyacağım diyordum mühendisliğe falan da okeydim. İşte 9. Sınıf öyle dümdüz geçti pek bir olay yok. Lise 2ye geçeceğim yaz birden bir ölüm korkusu içimi sardı dine geri dönmeye çalıştığımı hatırlarım o yaz. Özgür iradem olduğundan şüphelenmeye başladım. Bunu yazıyorum çünkü senelerdir acaba her şeyin orijini bu mu diye düşünürüm arada bir.
Benim lisede pek bir arkadaşım yoktu çünkü kimseyle konuşabileceğim bir şey yoktu benim hayatta ilgimi çeken tek şey popüler bilim ve felsefeydi. Spor konuşamazdım çünkü sevmezdim maç falan da izlemezdim. Kız muhabbetlerini sevmezdim çünkü hayatımda hiç aşık bile olmadım o taraklarda hiç bezim olmadı. Öyle ergenlikte yapılan o dedikodularla falan da aram yoktu. Dediğim gibi sadece bir şey ilgimi çekiyordu. Ben lise 2ye geçerken bir şey oldu ve her şeyden yavaş yavaş soğumaya başladım hiçbir şey ilgimi çekmemeye başladı. O ilgimi çeken tek şey de gitti ve yerine başka bir şey gelmedi. Lisenin ilk 2 senesi bitti ve ben hiç öyle birileriyle çıkıp okul sonrası dışarıda falan gezmedim sadece ev okul arasında gidip geldim.
Lise 3e geçtim burada artık depresyonda olduğuma eminim. Kendimi vasıfsız bir b*k parçası gibi hissediyordum. Duygularımı anlayamıyordum, duygusuz hissediyordum. Hiçbir şeye karşı hiçbir arzum ya da isteğim yoktu. Bu durum sonucunda kaybolmuş hissediyordum ve geçmişte hata yaptığımı düşündüğüm anıları düşünüp bazen ağlıyordum. Gecelerden bir gece kalbime bıçak dayayıp saplamak istediğimi ama bıçağı ittiremediğimi bildiğim için ağladığımı hatırlıyorum. Bana o zamanlar bütün bunlar ergence geliyordu. Büyünce düzelecekti hepsi diye düşünüyordum ki düzelmedi. Neyse kötü bir dönemdi benim için kişilik diye bir şeye sahip değildim ve hala da değilim. Notlar falan da düştü tabii ikinci dönem toparlarım dedim ama toparlayamadım çünkü pandemi diye bir şey başladı. Ben zaten okuldan nakil alıp yeni bir okula gitmek istiyordum o dönem. Her şeyden uzaklaşmak istediğim için pandemiye sevinmiştim ama o dönem her şeyi kısır döngüye soktu.
  1. Sınıf oldum sınava falan hazırlanmam lazım ama hiçbir şey umrumda değil duygu diye bir şey yok. Ölmek istiyorum derinlerde bir yerde ama intihar falan düşünmüyorum. Hedefsizim, amaçsızım hiçbir şey yapmıyorum. Hiçbir şey üstüne düşünemiyorum. Anime falan izleyerek o seneyi geçirdim. Bırak çözmeyi 1 tane bile soru bankası almadım. 180k mı ne geldi o sene. Ben bütün yaşadıklarımın doğal olmadığını düşündüğüm için psikyatriste gitmeli miyim diye düşünüyordum o dönem ama gitmedim. Gitmedim çünkü ben bir andavalım. Kendime ılık götlü olduğumu tembel olduğumu, bahane bulmamam gerektiğini söyleyerek mezuna bıraktım.
Sene 2022 yeniden girdim ama toplasan 100 saat çalışmamışımdır evden dışarı falan da asla çıkmıyorum bu arada internete bakıyorum ama ekranda ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok mal gibi takılıyorum hiçbir şeyin farkında falan değilim. O sene de olmadı ben de yediremedim tabii kendime ucundan da olsa 100kya giremedim sonuçta. E dediğim gibi andavalım artı inatçıyım lan dedim haydi bir sorumluluk alayım da yeniden gireyim. 2023te bir daha girdim diğer senelerden daha iyiydi yalan yok her senem öncekinden iyiydi zaten ama küçük küçük. Neyse dediğim gibi duygusuzum duygularım neredeyse tamamen körelmiş birden ocak ayında bir öfori yaşadım anlamsız bir iyimserlik falan sonra yine eski halime döndüm intihar fikirlerini kafamda baya çevirmeye başladım. O sıralarda baya kendimi anlamak için bir şeyler okuyordum, bilinçlenmiştim.Yine de depresyondayım demiyordum kendime çünkü ben sadece tembeldim. En sonunda intihar düşüncelerimin küçük başlayıp çığ gibi büyümesinden çekindiğim için ve senelerdir en ufak ilerleme kaydedemediğim için psikyatre gittim. Daha önce böyle bir deneyimim olmadığı için özele değil de devlete gittim kriterleri bilmiyordum çünkü etrafımda danışabileceğim kimse de yoktu. Doktor beni dinledi işte uzun zamandır depresyonda olduğumu neden daha önce yardım almadığımı söyledi. Bana bir ilaç verdi. İlaç bir işe yaramadı zaten sadece iki ay kullandım ikinci ay ikinci bir ilacın yaptığı yan etkiden dolayı bıraktım ilacı. Yazın terapiye falan giderim bir yolunu bulurum para biriktiririm özele giderim diye düşündüm. (Gitmedim ama xd). O sene yine kötü geldi sonuç
Ben de köklü bir lisede okuyup sınava 4 kere giren ve hala üniversitede sınıfta kalan abim gibi olmak istemedim. Kendime çeki düzen vermeliyim ve çalışıp düzgün bir yere girip üniversitede de çalışkan birisi olup hayatımı toparlamalıyım diye düşündüm ve dedim ki ben bu sınava bir daha gireceğim.
Şimdi dostlar buradayım bunları yazıyorum. Geçen seneler gerçekten hiç efor sarf etmemiştim. O yüzden de yeniden girmem gerektiğini düşünmüştüm. Bu sene gerçekten ilerleme kaydettiğim küçük yerler oldu ama yine de... En nihayetinde olmadı. Çalışmak için çabaladım ama düzgün çalışamadım ve kendime karşı tüm güvenimi kaybettim. Hehangi bir konuda da güvenimi kaybettim. Senelerdir herhangi bir şey yapamıyorum olay sadece ders de değil aslında. Bu sene gittiğim psikyatrin(yine devlet) verdiği ilaç benim duygusuzluk sorunumu çözmedi ama ben o ilacı aldıktan sonra çalışmaya başladım artık o ilaç mı çalıştırdı bilmiyorum ama o çalıştırdıysa da tek başına yetmedi. Hala kullanıyorum o ilacı hatta geçenlerde dozunu arttıralım dedi de bilmiyorum inancım kalmadı dediğim gibi.
Hayatta hiçbir beklentim yok. Hiçbir isteğim yok. Ben kimim hiç bilmiyorum. Neyi severim neyi sevmem bilmiyorum. Hiçbir şeye karar da veremiyorum o yüzden en ufak şeyden en büyük şeye kadar her şeyde kararsızım. Fakir bir ailenin çocuğu olmama rağmen paraya ilgim yoktur. Elime para geçince de harcamam harcayacak bir şey bulamam illa harcayacağım desem ne alacağıma karar veremem sonra da harcamam zaten. Karı kızla işim yoktur hayatımda hiç aşık olmadım ve hiç cinsel bir arzu duyduğumu da hatırlamıyorum ileride olur mu bilemem ama çok düşük ihtimal. Aileme karşı bir saygım sevgim falan da yoktur. Beni sevdiklerini biliyorum ama ben onları sevdiğimi hissetmiyorum onlar dahil herkes yabancı geliyor. Ahlaki olarak bir sorumluluğum olabilir kendilerine ama yerine getirmediğimin farkındayım zaten ahlak nedir ki?
Neden bunca sene mezuna kaldım bilmiyorum. Sanırım hayatta yatkınlığımın olduğu tek şey akademik konular olduğu için ve benim insanlarla iletişimim zayıf olduğu için tutunmam gereken tek dal olarak gördüm. Malum çalışmadan sonra yatkınlığın bir anlamı yok. Bu sene de iyi bir yer gelmeyecek ve boşuna bunca sene kalmış olacağım. Depresyondan dolayı 3.5 sene evimden çıkmadığımı düşünürsek geçen yıllarda ünide olsaydım da aktif birisi olacağımı sanmıyorum. Belki de hayatımda bir şey değiştirmemiştir bu süreç. Artık hayatımı toparlayacağıma inancım kalmadı gibi. Böyle işlevsiz bir ot parçası olarak geçecek. Yıllarım yaptığım tek şey gıda için para kazanmak olacak yaşama dürtümden dolayı sessiz sessiz ölmeyi bekleyeceğim
Daha önce çok yazdım bunlar hakkında ilk defa bu kadar uzun yazıyorum kimsenin okuyacağını sanmıyorum açıkçası. Manas destanı gibi oldu. Kısa yazınca ne faydasını görd0m ki. Okuyan manyaklara teşekkürler
submitted by EzikVeKaradenizli to StresOdasi [link] [comments]


2024.05.13 18:39 KhanTheGray Allah, Putperestlerin Ay Tanrısı Al-İlah’tan başkası değildir.

Bir de genelde bazı islami parti sembollerinde Al-lah ın kızlarının adı Al-lat Al-uzat ve Al-manat..3 yıldız olarak sembolize edilmiştir(İslam and Arabs, Rom Landau, 1958 p 11-21). Kuran da bu konuya gönderme yapılmıştır..(53:19-20) bulunan kalıntılarda islamiyet öncesi döneme ait Al-ilah ı simgeleyen yaşlı sakallı bir adam üzerinde büyük bir ay sembolü ve önünde 3 kızı Al-lat,Al-uzat,Al-Manat bulunmuştur.(archeology of world religions Jack finegan)
Putperest Araplar islamiyet önce Kabe de 360 tane puta tapıyordu bunlardan birisinin ismi Al-ilah idi(bugünkü şekliyle Allah)(Who Is This Allah?, G. J. O. Moshay, 1994, p 138, A Restatement of The History of Islam & Muslims, Sayed A. A. Razwy, Muslim, The State of Religion in Pre-Islamic Arabia, p19-20 1997,First encyclopedia of İslam, 1987, Islam, p. 587-591)
Hatta Muhammed in babasının ismi Abdullah yani Abd-Allah(Al-ilah) idi.Bu Al-ilah a Kabe de kara taşın yanında ibadet ediliyordu(The Archeology of World religions, Jack Finegan, 1952, p482-485, 492)
Arapça da Tanrı kelimesinin anlamı tam olarak "İlah" tır...(The Encyclopedia of İslam, New Edition, Edited By B. Lewis, V. L. Menage, Ch. Pellat And J. Schacht, 1971, ALLAH, page 406)
Araplar islamiyet öncesi dönemde Kabe deki 360 tane put arasından en yükseği,en güçlüsü olarak ay tanrısını görüyor ve buna Al-ilah (En güçlü ilah) şeklinde ellerini iki yana açarak dua ediyorlardı...yani Arapça da "İlah" olan Tanrı kelimesi islamiyetle beraber "Allah" a dönüştürüldü.(southern Arabia, Carleton S. Coon, Washington, D.C. Smithsonian, 1944, p.399) (Çeşitli Arap kabileleri aslında bu ay Tanrısına değişik adlar veriyordu bunlardan bazıları "Sin","Hubal",ve Kureyş te Al-ilah. Dilbilimciler "Allah" kelimesinin "Al-ilah" tan türediğini söylerler.(.İslam Muhammed and his religion, Arthur Jeffery, 1958, p 85,Muhammad at Mecca, W. Montgomery Watt, 1953, p 23-29)
"Allah" kelimesi islamiyetten önceki Arap yazıtlarında bulunmuştur(Encyclopedia Britannica, I:643)
Muhammed bu 360 tane puttan birisinin,ay Tanrısı olan en güçlüsünün ismini alıp tek olduğunu söylüyordu. "Al-ilah tan başka ilah yoktur"(The hajj, F. E. Peters, p 3-41, 1994) Hz. Muhammed böylece Al-İlah ı tek Tanrı olarak ilan etti ve diğer putlara tapınmayı yasakladı
İslamiyet öncesi bazı putperestlerin ilginç gelenekleri vardı bunlar Ramazan dedikleri ayda 1 ay oruç tutarlar,Mekke ye Hacca gidip Kabe nin etrafında 7 kez dönerler,"Kara Taş" ı kutsal sayar onu öper ve günde 4 veya 5 vakit namaz(salat) kılarlar şeytan taşlarlardı.Tabi bunlar Kuran da da bulunur (Is Allah the same God as The God of Bible?, M. J. Afshari, p 6, 8-9,İslam, Beliefs And Observances, Caesar E. Farah,)
Ayrıca namazdan önce bugünkü islamiyet dünyasında olduğu gibi abdest alma gelenekleri vardı..Burunlarına su çekerlerdi,ellerini dirseklerine kadar yıkardı bunlar eski putperest Arapların abdest alma şekliydi Bu gelenekler yahudi ya da hristiyan kültürlerinde yoktur.oruç bilindiği gibi hristiyanlıkta da vardır fakat "belli bir ayda oruç tutma" geleneği Arap putperestlerinin eski bir geleneğiydi.
Ayrıca Kabe eldeki kanıtlara göre İbrahim peygamber tarafından yapılmamıştır,Yaklaşık MÖ800 lü yıllarda yapıldığı bilinmektedir.Ayrıca Kabe hiçbir zaman yahudiler ve hristiyanlar tarafından kutsal sayılmamıştır.Zaten Kabe ile ilgili Kutsal Kitap ta(Kitab-ı mukaddes) tek bir ayet bile yoktur Kabe MÖ800 lü yıllardan sonra putperestler tarafından "Al-ilah ın evi" olarak anılmaya başlanmıştır(A Guide to the contents of Quran Faruq Sherif, Reading, 1995, pgs. 21-22., Muslim)
İslamiyetten önce tapınılan Allah ın birçok sıfatı vardı putperestler özellikle Al-ilah için şunları söylüyordu: "Dünyanın yaratıcısı,Havadan yağmur indirici,yerden dane çıkarıcı,Kabe nin efendisi"(God and Man in the Quran, Toshihiko Izutsu, Chapter 4: Allah, p96-119, 1980)
Hz.Muhammed zamanında ve ondan önceki 5-6 yıllık dönemde putperest Mekke liler hristiyanlardan tek tanrılı dini öğrenmeye çalışıyorlardı ve Hristiyanlarla temas halindeydiler(1. Muhammads Mecca, W. Montgomery Watt, Chapter 3: Religion In Pre-Islamic Arabia, p26-45)
Ay tanrısını ifade eden "Al-ilah" kelimesi islamiyet öncesi dönemde Arap şiirlerinde yaygın olarak kullanılıyordu(Encyclopedia of Islam, eds. Lewis, Menage, Pellat, Schacht; Leiden: E.J.Brill, 1971, III:1093)
Kuran da da aslında Al-ilah tan başka ilah olmadığını söyler ve Al-ilah tan başka,putlara aya güneşe tapınılmasını yasaklar.Arkeologlar ve tarihçiler Hz. Muhammed Kureyş teki bu Ay Tanrısı kültünü hristiyanlardan ve yahudilerden etkilenerek kesin bir tek Tanrılı dine çevirdiğini belirtir.Fakat Kuran da Allah bazı bölümlerde ilginç şekilde kendi kendine yemin etmektedir...Yemin bilindiği gibi eden kişinin kendisinden üzerinde ya da kendisinden güçlü bir varlığa edilir..
"Hayır, yemin olsun aya,"(müdessir 32) "
https://turandursun.com/forumlashowthread.php?t=499
submitted by KhanTheGray to AteistTurk [link] [comments]


2024.05.13 10:39 twindigital 6 Rekomendasi Souvenir 20 Ribuan yang Berkesan

6 Rekomendasi Souvenir 20 Ribuan yang Berkesan
https://preview.redd.it/l64cawr3o50d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=29d8e191aa7779b18d0f0dc81f35001813b4fd65
Souvenir 20 ribuan menjadi salah satu hadiah yang banyak dicari. Budget sebesar dua puluh ribu dinilai cukup terjangkau bagi berbagai kalangan. Terlebih lagi saat ini sudah ada banyak pilihan kado yang bagus dengan harga tersebut.
Dengan begitu, saat bertukar kado kamu nggak perlu ngeluarin budget yang mahal untuk beli kado. Sebab, kamu bisa memberikan hadiah-hadiah yang murah tapi berkesan bagi penerimanya.
Mau tahu kado apa yang murah tapi berkesan? Kado yang simpel dan unik buat tukar kado bareng teman? Cek di sini selengkapnya deh! Twin Digital punya rekomendasi souvenir 20 ribuan yang kece.

Kado Apa yg Murah Tapi Berkesan?

1. Case Handphone

Sedang memikirkan kado apa buat tukar kado? Case handphone menjadi kebutuhan hampir semua orang. Kamu bisa memberikan case handphone dengan tampilan yang lucu. Pilih warna yang soft atau warna yang disukai si penerima. Supaya makin suka, kamu bisa custom desain case handphone. Cek di sini koleksi case handphone yang estetik!

2. Pulpen Stainless Premium

Pulpen stainless premium bisa jadi opsi hadiah, bukan sekadar pulpen biasa karena pulpen ini berbahan stainless yang diberi tambahan cetak metode print uv maupun grafir yang bisa custom desain atau nama orang yang ingin kamu kasih hadiah tersebut. Tentu produk ini adalah produk yang berkelas.

3. Hiasan Dinding Penuh Makna

Kado apa yang simpel tapi penuh makna? Jawabannya hiasan dinding edisi quotes. Pajangan hiasan dinding ini sedang tren di kalangan kawula muda. Kamu bisa menuliskan kutipan-kutipan yang positif untuk memotivasi teman kesayanganmu. Contohnya kayak poster dinding mdf ini loh.

4. Kartu Ucapan Akrilik

Kartu ucapan akrilik yang elegan dan premium dapat jadi pilihan yang bagus, karena di dalamnya kalian bisa isi teks maupun desain gambar dalam undangan tersebut, yang tentunya tidak dapat terlipat, lusuh seperti kertas tetapi bahan akrilik ini keras dan terdapat opsi tambahan memakai amplop buat souvenirmu makin luxury. Produk ini sebenarnya bisa dipakai sebagai kartu ucapan maupun undangan ya Twin Creative, so kalian bisa cek produknya di link ini!.

5. Kotak Bekal untuk Makan Siang

Membawa bekal saat ke kantor atau ke sekolah tentu lebih sehat dan higienis. Custom Bento Set Taku Print UV adalah produk yang tepat untuk menyimpan bekal makanan yang akan dibawa. Kotak makan ini terbuat dari polypropylene. Sudah termasuk sendok dan sumpit loh. Jadi makin praktis kan.

6. Tumbler dengan Karakter Lucu

Kado apa yang unik? Botol minum tumbler dengan custom karakter lucu bisa menjadi pilihan kado yang menarik. Selain case handphone, botol tumbler dapat dibawa kemana-mana. Pilihlah tumbler yang terbuat dari material khusus yang aman dan terbebas dari BPA seperti tumbler dundee. tumbler insert paper. Harganya nggak sampai 30 ribu, murah banget kan.
Jadi, mana hadiah yang akan kamu berikan saat tukar kado nanti? Masih belum menemukan hadiah yang sesuai? Kunjungi Twin Digital utnuk dapatkan solusinya!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 09:04 twindigital Mengapa Label Stiker Makanan Penting?

Mengapa Label Stiker Makanan Penting?
https://preview.redd.it/kizyp947750d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=49ce991079d5869e0fb64ec8d7474bb083658dc2
Label stiker makanan sangat penting. Mungkin ini menjadi opsi terbaik untuk mempercantik tampilan produk makanan, namun sebenarnya ini lebih penting dari itu. Jika kamu adalah produsen makanan, label makanan membantu konsumen membuat keputusan yang tepat saat membeli makanan dan membantu mereka menyimpan dan menggunakan makanan yang telah mereka beli dengan aman. Oleh karena itu, penting untuk memahami tanggung jawab kamu dan mengapa pengemasan makanan itu penting.

Apa Bedanya Stiker dan Label?

Meskipun terlihat serupa, stiker dan label memiliki perbedaan yang cukup signifikan. Perbedaan antara stiker dan label terletak pada bahan pembuatannya. Secara umum stiker terbuat dari bahan vinyl tebal dan paling sering digunakan untuk promosi dalam kemasan. Sedangkan label stiker makanan umumnya dicetak dengan bahan Biaxially Oriented Polypropylene (BOP).
Jika dibandingkan dengan stiker, proses penempelan label lebih mudah karena label dicetak dalam bentuk gulungan. Namun dengan kandungan bahan vinyl stiker lebih tahan air atau 100% water resistant. Bahan BOP juga antiair, namun lebih cocok digunakan untuk produk kosmetik atau obat. Adapun untuk produk makanan, stiker dengan bahan vinyl atau chromo menjadi pilihan yang tepat.
Adapun label tag dibuat dari bahan akrilik mirror dan cenderung digunakan sebagai penanda permukaan kotak hadiah atau paket hampers. Label jenis ini dapat dicustom teks dengan metode cetak grafir. Ini tentunya membuat label lebih terkesan eksklusif dibanding label biasa. Label tag lebih direkomendasikan untuk penggunaan paket hampers lebaran yang dikirim secara personal.

Berapa Ukuran Label Makanan?

Pada akhirnya pilihan antara stiker khusus atau label khusus sangat tergantung pada bagaimana kamu ingin menggunakannya. Pertanyaan selanjutnya, berapa ukuran label stiker makanan yang harus dipilih? Ada banyak variasi bantuk dan ukuran stiker label makanan. Label berbentuk lingkaran atau persegi biasanya tersedia dalam ukuran yang bervariatif, mulai dari 3 x 3, 4,5 x 4,5 hingga 10 x 10 cm. Sementara itu, dengan bentuk persegi panjang, ukuran label yang umum seperti 6 × 4 cm, 9 × 6 cm dan 12 × 8 cm.

Apa Saja Persyaratan Label Stiker Makanan?

Unsur apa sajakah yang harus ada di label atau stiker produk kita? Produk makanan yang kamu produksi harus mencantumkan hal berikut pada labelnya:

1. Nama Produk

Nama produk merepresentasikan makanan yang kamu produksi. Selain itu, nama produk juga menjadi branding bagi merek kamu. Nama yang dibuat harus mewakili produk dan tidak boleh salah dalam penulisannya.

2. Tanggal Produksi

Pastikan kamu mencantumkan tanggal produk atau tanggal ‘Gunakan sebelum’ atau tanggal ‘terbaik sebelum’. Dengan mencantumkan tanggal ini, kamu membantu konsumen menyimpan dan menggunakan makanan dengan aman.

3. Daftar Bahan

Daftar bahan menjadi indikator yang tak kalah penting untuk diketahui konsumen. Cantumkan bahan yang digunakan untuk membuat produk dalam urutan berat yang menurun. Terutama jika kamu menekankan bahan tertentu pada produk. Misalnya, ayam (75%).

4. Instruksi Penyimpanan

Petunjuk ini membantu konsumen Anda menyimpan produk dengan aman sebelum dan sesudah membuka kemasan, yang akan memastikan produk tetap aman untuk dikonsumsi. Misalnya: "Simpan di tempat yang sejuk dan kering. Setelah dibuka, konsumsi dalam 3 hari."

5. Detail Kontak

Sertakan nama merek, nama alamat (kota-negara), dan detail kontak seperti Whatsapp atau informasi pemesan terkait di e-commerce. Misalnya, beritahu konsumen bahwa produk kamu juga bisa dibeli melalui Shopeefood, Gojek, atau Grab.
Masih belum menentukan label stiker makanan yang tepat untuk produk kamu? Jangan bingung! Kunjungi situs Twin Digital supaya kamu dapat melihat lusinan variasi stiker dan label. Cek di sini!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 08:44 twindigital Hang Tag adalah Alat yang Memotivasi Penjualan, Bagaimana Caranya?

Hang Tag adalah Alat yang Memotivasi Penjualan, Bagaimana Caranya?
https://preview.redd.it/u3eqbeuo350d1.jpg?width=1200&format=pjpg&auto=webp&s=76d03cb7f5435d9b309da9e1a4a6797ab6c0b43b
Hang tag adalah salah satu item yang dapat memainkan peran yang esensial dalam menarik perhatian konsumen. Apa fungsi hang tag? Pada umumnya hang tag ditempelkan dengan tujuan untuk menyampaikan informasi penting tentang produk yang ditempelkan di tag tersebut. Namun, sebetulnya hang tag memiliki pengaruh yang lebih signifikan dari itu.
Cetak hang tag di produk memiliki pengaruh untuk mengekspresikan esensi merek dengan cara yang paling sederhana. Bahkan terlepas dari ukurannya, sekecil apapun ukuran hang tag dengan pesan yang relevan, tetap dapat merangsang calon pelanggan potensial untuk melakukan pembelian.
Mungkin kamu bertanya-tanya, bagaimana hang tag dapat meningkatkan prospek bisnis? Bagaimana barang kecil ini dapat memberikan dampak yang signifikan dalam mengembangkan bisnis? Simak selengkapnya di bawah ini yuk!

Apa yang Dimaksud dengan Hang Tag?

Hang tag adalah label merek yang digantungkan di produk fashion seperti pakaian, tas, dan kaos kaki. Berdasarkan Collins Dictionary, hang tag adalah label karton atau plastik kecil yang digantungkan pada item pakaian dan memberikan informasi seperti ukuran , warna , kain, dan harga.
Adanya hang tag digunakan untuk memberikan informasi seperti ukuran, warna, jenis bahan, dan harga produk. Hang tag biasanya ditempelkan pada produk dengan menggunakan tali atau bahan sejenisnya.

Apa Saja Isi Hang Tag?

Pada dasarnya hang tag adalah media untuk menyampaikan informasi tentang produk. Para calon pelanggan potensial merek kamu tentu penasaran dengan kualitas kain, bahan yang digunakan dalam produk, asal produk atau produsen lokal, detail ukuran, dan harga produk.
Jika kamu bertindak sebagai pelanggan, kamu akan menyetujui bahwa hang tag adalah cara terbaik untuk menyampaikan informasi terkait produk kepada pelanggan. Oleh karena itu, hang tag setidaknya berisi informasi ukuran, bahan, dan harga produk.

Berapa Ukuran Hang Tag?

Pada umumnya hang tag persegi panjang berukuran 9 x 5 cm. Ukuran hang tag sangat bervariasi, begitupun dengan variasi bentuk hang tag. Ada hang tag yang berbentuk bulat, persegi, persegi panjang, atau bentuk-bentuk unik lainnya seperti love, atau bintang. Custom produk hang tag ukuran berapapun dan bentuk apapun cukup hubungi di sini!

Hang Tag Menggunakan Kertas Apa?

Bahan label atau hang tag yang berkualitas adalah Art Carton 260gsm, BW Lokal, dan Linen. Ketiga material tersebut sangat cocok untuk dijadikan bahan dasar hang tag. Pilih warna dan cetakan yang halus sehingga orang dapat membaca isinya. Kamu dapat memilih opsi cetak 2 sisi atau hanya 1 sisi.
Selain pemilihan bahan, penting juga untuk menentukan desain hang tag merek kamu. Gunakan konten visual yang mencerminkan merek kamu dan pertahankan teks seminimal mungkin untuk menarik perhatian orang. Jadilah seinovatif mungkin dalam pembuatan hang tag kamu. Jika kamu tertarik, kamu bisa custom hang tag yang menarik di Twin Digital.

Bagaimana Hang Tag Meningkatkan Penjualan?

Hang tag adalah alat yang memicu pembelian pelanggan. Kamu dapat memanfaatkan hang tag untuk memotivasi penjualan di masa mendatang dengan menjadikannya sebagai kupon robek untuk diskon pembelian selanjutnya. Beritahukan pelanggan kamu bahwa dengan mengumpulkan 10 pcs hang tag merek bisnismu bisa ditukar dengan 1 produk khusus tertentu. Kalkulasikan loyalitas pelanggan yang sesuai dengan jumlah pembelian mereka.
Ini adalah cara yang bagus untuk memperkenalkan produk kamu kepada pelanggan baru. Seperti yang kamu lihat, dengan desain hang tag kreatif dan inovatif, kamu dapat mengubah hang tag menjadi faktor penentu keberhasilan bisnis secara praktis dalam waktu singkat!
Mau custom hang tag yang menarik untuk bisnismu? Konsultasikan saja di Twin Digital. Sebagai digital printing terbaik di Jakarta, kami menawarkan produk hang tag yang dapat dicustom sesuai permintaan pelanggan. Dengan harga yang bersaing, kami dapat memberikan penawaran harga terbaik untuk kamu. Pesan sekarang!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 08:30 twindigital 5 Tips Memilih Tas Kain Spunbond yang Berkualitas

5 Tips Memilih Tas Kain Spunbond yang Berkualitas
https://preview.redd.it/al8meptj150d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=6d02cc6a239d3fc336d9a09b0345fad7f04d414b
Tas kain spunbond adalah tas yang kerap digunakan sebagai kemasan berbagai produk. Hampir seluruh toko menggunakan tas jenis ini untuk membungkus produk mereka. Mulai dari produk fashion, pakaian, sepatu, makanan, hingga hadiah.
Seiring dengan meningkatnya kesadaran untuk menjaga lingkungan, tas kain spunbond semakin mudah ditemukan. Kini kamu dapat menemukannya dalam berbagai ukuran, warna, dan harga yang bervariasi.
Lalu, bagaimana cara memilih tas kain spunbond yang berkualitas? Dengan memilih tas yang berkualitas, ketahanan tas akan lebih lama terjaga. Twin Digital ingin membagikan lima tips seputar memilih tas kain spunbond. Simak selengkapnya di bawah ini!

Kain Spunbond Itu Seperti apa?

Polypropylene atau kain spunbond memiliki karakteristik tekstur yang berserat rapat, sedikit kaku, dan halus. Kain spunbond termasuk kain yang cukup kuat karena memiliki ketebalan 25 gram hingga 100 gram. Kain non woven ini dibuat dengan cara mekanik, termal, dan proses kimia.

Berapa Harga Kain Spunbond?

Kain spunbond umumnya dijual per satuan meter. Harga tas kain spunbond sangat bervariasi, tergantung dengan jenis kainnya. Kain spunbond emboss warna, tentu berbeda harganya dengan kain spunbond 50 gsm motif.
Secara umum harga kain spunbond cukup murah. Rata-rata harga kain spunbond 50 gsm motif adalah Rp 5.000 per meter, sedangkan kain spunbond emboss warna memiliki harga Rp 10.000 per meter.

Kain Spunbond Cocok untuk Apa?

Pada umumnya kain spunbond cocok digunakan untuk goodie bag, pampers, dan masker. Jenis produk yang dihasilkan dapat dilihat berdasarkan jenis kain antara lain, spunbond 25–50 gram cocok untuk bahan pembuatan tas, dompet, dan sepatu. Kain spunbond 55–75 gram banyak dijumpai untuk pembuatan goodie bag. Sementara kain spunbond dengan ketebalan 100 gram biasanya dijadikan tas karena tebal dan kuat.

Apakah Tas Spunbond Bisa Dicuci?

Tas kain spunbond bisa dicuci karena terbuat dari kain. Jadi apabila tas spunbond kamu kotor terkena debu, kamu dapat mencucinya. Sebaiknya kamu mencuci tas kain spunbond dengan menambahkan pewangi pakaian, sehingga setelah kering tas kembali dalam keadaan yang bersih dan wangi.

Bagaimana Cara Memilih Tas Spunbond?

1. Memahami Spesifikasi Bahan Kain

Secara umum tas spunbond lebih tahan lama dibanding dengan kertas atau plastik. Bahan dasar tas yang berupa kain spunbond membuat tas ini ramah lingkungan sehingga dapat digunakan berkali-kali. Di samping itu, serat-serat kainnya yang rapat dan halus membuatnya mudah dibentuk dengan model yang beragam.

2. Pilih Kualitas Spunbond yang Tepat

Kemudian, pilihlah kualitas tas spunbond yang terjaga kualitasnya. Bagaimana menilai kualitas kain spunbond? Ada empat jenis kain spunbond dengan produk jadinya, sebagai berikut:
  • (10 ~ 40 gsm) untuk produk kesehatan atau medis sekali pakai seperti masker (15 ~ 30 gsm) untuk, produk kesehatan pribadi seperti pampers
  • (60 ~ 100 gsm) untuk bahan kemasan, bahan saringan, tas belanja, dan taplak meja
  • (50 ~ 120 gsm) untuk produk rumah tangga, furniture, kasur pegas, sprei hingga interlining koper
3. Sesuaikan Fungsi Spunbond dengan Harga
Tas kain spunbond memiliki berbagai macam manfaat. Diantaranya untuk pembuatan tas spunbond belanja (reusable bag), tas spunbond serut hadiah, tas spunbond tangan dilengkapi resleting atau velcro, tas gendong, tas minuman, tas pakaian, tas bekal makanan, dan tas thermal (stabil terhadap suhu).
Kamu bisa menyesuaikan jenis tas yang akan dibeli dengan fungsi yang dituju. Selain itu, memilih harga yang sesuai dengan budget juga sangat penting loh. Kalau kamu ingin membeli produk tas spunbond yang ramah di kantong, beli aja di Twin Digital.

4. Buat Custom Desain yang Menarik

Tips yang terakhir, pilihlah tas spunbond dengan custom desain yang menarik. Lebih baik lagi, jika kamu bisa custom desain sesuai kebutuhan kamu, seperti yang ditawarkan Twin Digital. Jika memesan produk tas spunbond di Twin Digital, kamu bisa custom nama, teks, logo, hingga desain yang kamu suka.

Tertarik membeli produk custom di Twin Digital?

Sebagai digital printing terbaik di Jakarta, Twin Digital dapat kamu temukan di berbagai kanal media sosial dan platform kami lainnya di bawah ini.

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 08:28 twindigital Kenali 5 Jenis Bantal Tidur yang Bagus dan Nyaman

Kenali 5 Jenis Bantal Tidur yang Bagus dan Nyaman
https://preview.redd.it/guh5uzs5150d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=e20ded9726b7f7aed25da6b704839bd64e2fa4a2
Jenis bantal untuk tidur cukup banyak. Namun tahukah kamu bantal yang bagus berbahan apa? Apakah berbahan sintetis, silikon, atau kain spunbond? Dalam artikel ini Twin Digital akan mengajak kamu mengenali jenis-jenis bahan bantal yang bagus sehingga membuat kamu tidur dengan nyaman.

5 Jenis Bahan Bantal yang Bagus

1. Bantal Microfiber

Salah satu bantal yang banyak diburu masyarakat adalah bantal microfiber. Sebetulnya bantal microfiber itu apa sih? Bantal microfiber adalah bantal yang terbuat dari serat sintetis yang sangat halus. Ukuran serat microfiber ini seperempat ukuran serat wol, dan sepertiga ukuran serat katun. Keunggulan jenis bantal ini antara lain, memiliki harga yang terjangkau dan mudah dirawat. Bagi penderita alergi bantal microfiber sangat direkomendasikan karena bersifat hypoallergenic alias tidak menimbulkan alergi seperti bantal serat alami pada umumnya.

2. Bantal Memory Foam

Kalau kamu suka mendengkur saat tidur, bantal memory foam sangat cocok. Jenis bantal ini mendukung posisi leher sewaktu tidur dengan baik sehingga mengurangi risiko mendengkur. Bantal memory foam sendiri terbuat dari bahan sejenis busa bernama poliuretan. Tekstur bantal ini sangat kencang sehingga bagus untuk menghilangkan sakit leher. Sayangnya, sebagian orang menilai bantal ini terlalu panas.

3. Bantal Dacron

Bantal dacron adalah salah satu bantal yang disukai sebagai alas kepala saat tidur. Jenis bantal ini tidak menimbulkan alergi dan aman untuk anak-anak. Selain itu, bantal dacron juga sangat baik untuk kesehatan karena dapat menahan otot leher. Keunggulan lainnya adalah ketahanan bantal yang cukup lama. Bahan sintetis sebagai pengisi bantal akan dapat kembali ke bentuk semula meski sudah dicuci berkali-kali. Oh ya, kalau kamu bosan dengan motif bantal yang polos saja, kamu bisa custom bantal dacron di Twin Digital.

4. Bantal Wol

Bahan yang terbuat dari wol terbilang mudah kembang kempis. Namun jenis bantal ini mampu mengatur suhu panas di tubuh. Seperti bantal microfiber, bantal wol juga tidak menyebabkan alergi atau hypoallergenic. Jika dibandingkan dengan jenis bantal yang lainnya, bantal wol cenderung lebih sulit perawatannya dan lebih berat. Di samping itu, saat pertama kali bantal ini akan mengeluarkan bau tak sedap.

5. Bantal Bulu Angsa

Jenis bantal yang terakhir ini pasti cukup familiar bagi banyak orang. Bantal bulu angsa memiliki tekstur bahan yang berkualitas tinggi. Keunggulan lainnya, bantal ini juga tidak mudah menyusut dan lebih higienis karena terbuat dari bahan kapuk. Namun kekenyalan bantal bulu angsa yang empuk ini mungkin tidak disukai orang-orang yang menyukai tekstur bantal yang keras. Dari segi harga pun, bantal ini memiliki harga yang lebih tinggi. Harga tersebut biasanya berkisar antara 150 ribu hingga 250 ribu.
Dari kelima jenis bahan bantal di atas, mana yang paling cocok menjadi alas tidurmu? sebagai digital printing terbaik di Jakarta, Twin Digital juga menyediakan bantal custom. Kamu bisa custom teks, foto, atau desain sesuai keinginan kamu dengan harga yang terjangkau. Lihat produk bantal custom terbaik di sini!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 08:26 twindigital Fashion Kekinian yang Wajib Kamu Punya

Fashion Kekinian yang Wajib Kamu Punya
https://preview.redd.it/jowkn7cs050d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=1e07331e5de0f5150ddccaff06a8a53661a06d73
Hoodie jumper adalah salah satu produk fashion yang digemari banyak kawula muda. Pakaian luaran ini biasa dikenakan dalam gaya busana casual. Bahkan sekarang, hoodie jumper juga menjadi pakaian yang dikenakan dalam gaya formal. Misalnya saja, kamu bisa memadankan outfit kerja kamu dengan hoodie jumper.
Sebetulnya, apa sih hoodie jumper itu? Apa saja model dan jenis hoodie jumper lainnya? Twin Digital ingin menjelaskannya di bawah ini! Simak selengkapnya yuk, Twin Creative!

Apakah Hoodie Termasuk Jenis Jaket?

Hoodie jumper adalah jenis outer modern yang erat dengan anak muda. Walaupun bukan berbahan kulit, sebagian besar orang menganggap hoodie sebagai salah satu jenis jaket. Hal ini karena keduanya memiliki persamaan. Misalnya, berbahan tebal dan lembut untuk menutupi tubuh sebagai pakaian tambahan. Ketika kamu merasa cuaca terlalu hangat untuk mengenakan jaket, kamu dapat mengenakan hoodie sebagai penggantinya.

Apa Bedanya Hoodie Zipper dan Hoodie Pullover?

Meski sama-sama pakaian luaran (outer), zipper dan hoodie memiliki perbedaan. Hoodie pullover pada dasarnya adalah kaos yang memiliki tudung yang dijahit di bagian atasnya. Ini lebih mirip dengan sweater daripada jaket karena sweater dan pullover dirancang untuk ditarik ke atas kepala untuk dikenakan.
Sementara hoodie zipper adalah adalah kaus bertudung yang ritsleting alih-alih ditarik ke atas kepala. Mereka lebih mirip dengan jaket dalam cara pemakaiannya. Tapi hoodie zipper dianggap sebagai jaket yang lebih kasual.
Lalu, zipper jaket itu apa? Zipper jaket adalah jaket yang memiliki resleting di bagian tengahnya sebagai pembuka jaket. Seperti yang kamu tahu, jaket memiliki model yang bermacam-macam seperti zipper (dengan resleting), dan kancing.

Apa Bedanya Jaket Hoodie dan Sweater?

Tahukah kamu bahwa jaket, hoodie, dan sweater berbeda? Apa perbedaan di antara ketiganya? Kalau kamu belum mengetahui perbedaannya sebaiknya kamu terus membaca artikel ini ya.
Jaket merupakan sebutan untuk pakaian berbahan tebal dan biasanya terbuat dari kulit asli maupun kulit sintetis. Namun di beberapa negara lain, jaket juga merujuk ke jenis pakaian berbahan lainnya, termasuk bahan fleece.
Sedangkan hoodie adalah pakaian tebal yang terbuat dari bahan fleece yang memiliki penutup kepala (tudung). Bagaimana dengan jumper? Jumper adalah nama lain dari hoodie yang tidak memiliki resleting. Jumper merupakan jaket luar yang longgar, terutama yang dikenakan oleh para pekerja dan pelaut.
Mengutip Wikidiff, kata jumper di negara Inggris dan Australia berpadanan dengan kata sweater atau pullover. Dapat dikatakan hoodie jumper adalah hoodie yang tidak memiliki belahan depan alias nyambung semua. Biasanya pemakaian hoodie jumper dari bawah. Seperti hoodie pada umumnya, jumper juga memiliki penutup kepala.
Adapun sweater atau crewneck adalah pakaian tebal tanpa penutup kepala dan tanpa saku atau kantong di kedua sisinya. Crewneck umumnya diproduksi dengan bahan double face fleece yang tidak berbulu di bagian dalam. Ketika dikenakan sweater akan terasa lembut dan hangat, namun tidak panas. Item fashion ini cocok dipadukan dengan gaya apapun. Mulai dari gaya casual hingga formal.

Rekomendasi Hoodie Jumper Terbaik

Nah, sekarang kamu sudah tahu kan tentang hoodie jumper. Ingin tambah koleksi hoodie jumper di lemari kamu? Yuk tambahkan hoodie jumper dari Twin Digital. Kamu bisa custom desain, gambar, atau teks yang kamu sukai untuk ditambahkan ke bagian depan hoodie kamu loh. Untuk pesan produk fashion yang menarik ini klik di sini!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 08:17 twindigital Jenis Medali dan Plakat Berdasarkan Bahannya!

Jenis Medali dan Plakat Berdasarkan Bahannya!
https://preview.redd.it/cqupajy1z40d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=8393ad4db79c406b9e6b76868919bad3117cb022
Jenis medali sangat variatif, namun tahukah kamu apa saja jenis-jenis medali yang biasa digunakan dalam berbagai acara? Mendapatkan penghargaan, medali, dan piala kerap dianggap sebagai momen yang berharga dalam hidup. Dalam artikel ini, Twin Digital ingin mengulas mengenai jenis-jenis medali berdasarkan bahan pembuatannya.

Jenis Medali Olimpiade

1. Emas

Medali emas lebih stabil daripada perak. Jika kamu melelehkan medali dan merendamnya dalam asam nitrat, perak akan bereaksi menjadi perak nitrat tetapi emas akan tetap stabil. Medali emas umumnya memiliki berat 556 gram.

2. Perak

Medali perak memiliki berat yang tak jauh berbeda dengan emas, yaitu 550 gram. Namun jenis medali ini lebih mudah ternoda begitu kamu mulai mencampurnya dengan benda lain.

3. Perunggu

Apa artinya medali perunggu? Perunggu adalah logam yang sangat tua. Secara teknis, medali perunggu terbuat dari kuningan yang merupakan perpaduan antara timah dan tembaga. Jenis medali ini biasanya memiliki berat sekitar 450 gram.

Medali Itu Terbuat dari Apa?

Medali terbuat dari berbagai bahan termasuk plastik, logam, dan kayu. Namun trofi bergengsi seperti medali olimpiade selalu dilapisi dengan logam mulia, termasuk perak murni atau emas 24K. Untuk lebih memahami jenis-jenis medali, berikut detailnya!

1. Akrilik

Jenis medali yang paling baik dari segi bahan adalah medali akrilik. Dengan bahan dasar akrilik, kamu bisa memilih desain medali yang ramping, minimalis, dan modern. Meski serupa dengan kaca dan kristal, akrilik cenderung tidak mudah rapuh atau pecah jika terjatuh. Kekurangannya, medali berbahan akrilik permukaannya bisa lebih mudah tergores.

2. Kayu

Medali berbahan kayu lebih mudah disesuaikan dan dapat dibentuk, diukir, dan diwarnai untuk berbagai efek. Bahan kayu biasanya digunakan sebagai dasar plakat medali yang diberikan kepada orang yang berbeda setiap tahunnya. Jenis kayu terbaik untuk plakat adalah kayu jati belanda, seperti yang digunakan Twin Digital.

3. Logam

Selain emas, perak, dan perunggu, logam juga kerap dijadikan pembeda berbagai medali. Ketika emas tidak dapat dijadikan bahan utama, logam dapat menjadi alternatif terbaik. Logam dapat dikreasikan dan dapat juga diukir langsung. Umumnya logam digunakan untuk medali atau penghargaan olahraga.

4. Plastik

Plastik juga menjadi bahan yang umum digunakan untuk jenis medali tertentu. Jenis bahan ini memungkinkan desain yang rumit, namun ringan dan terjangkau. Plastik dapat diwarnai atau dilapisi dengan pelapis logam, dan dapat dengan mudah. Jenis bahannya yang tahan pakai membuatnya cocok untuk penggunaan di luar ruangan.

Kustomisasi Medali

Twin Digital menawarkan beragam penghargaan, mulai dari kalung medali, plakat, hingga cetak sertifikat. Desain yang dipersonalisasi tersedia di berbagai produk kami. Kamu dapat memesan produk dengan custom desain, logo, atau teks tertentu.
Kami memberikan garansi 100% untuk memastikan kamu mendapat produk custom yang sesuai dengan pesanan. Selain itu, dengan adanya one day service, pesanan kamu akan datang lebih cepat daripada pesanan di toko online lainnya.

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.13 05:51 twindigital Plakat Kayu Terbaik Terbuat dari Kayu Jati, Ini Alasannya!

Plakat Kayu Terbaik Terbuat dari Kayu Jati, Ini Alasannya!
https://preview.redd.it/azt7gcy6840d1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=ab4c90afdceb2c1e5f0d1c71869bf360565e7cd6
Plakat kayu adalah sesuatu yang disukai dan akan dengan senang hati diterima. Dalam banyak penghargaan, plakat menjadi suatu pemberian yang berkesan selain medali atau piala. Dalam artikel ini, Twin Digital ingin membahas mengenai jenis-jenis bahan yang biasa dibuat untuk plakat, termasuk harganya.

Apa Itu Plakat Kayu?

Plakat kayu adalah potongan kayu yang dipajang berisi teks dan logo, biasanya untuk penghargaan kepada individu/instansi/organisasi maupun perusahaan. Sebuah plakat biasanya memiliki kuningan yang menempel dan digantung di dinding. Tak jarang plakat menjadi pajangan yang membanggakan bagi sebagian orang.
Plakat buat apa? Produk ukiran ini diberikan pada saat perayaan tertentu seperti wisuda, lomba, dan penghargaan khusus lainnya. Misalnya, sebagai karyawan di sebuah perusahaan karena komitmen dan loyalitas yang tinggi dalam pekerjaan, kamu berhak mendapat plakat dengan keterangan “Best Employee of The Year”.

Jenis Kayu untuk Plakat

Plakat terbuat dari bahan apa? Bahan plakat apa saja? Berikut adalah jenis-jenis kayu yang dapat digunakan untuk membuat plakat kayu.

1. Kayu Jati

Plakat yang terbuat dari kayu jati adalah jenis yang terbaik. Kayu keras eksotis ini mengandung minyak di pori-porinya. Saat diamplas halus, kayu jati menjadi plakat yang sangat baik, tetapi jika hanya setelah minyaknya mengering di permukaan. Plakat umumnya berwarna merah hampir coklat tua, dan memiliki nuansa halus.

2. Kayu Mahoni

Mahoni adalah tradisional yang kerap dijadikan plakat. Jenis kayu ini tidak memerlukan pewarnaan dan memiliki pola butiran yang sangat rapat sehingga mudah dipotong tanpa terkelupas. Dibandingkan jenis kayu lainnya, kayu mahoni cenderung lebih murah sehingga plakat kayu mahoni memiliki harga yang lebih terjangkau.

3. Kayu Kenari Hitam

Plakat kebanyakan dibuat dari kenari hitam. Kayu kenari hitam memiliki warna kecoklatan yang alami sehingga tidak membutuhkan pewarnaan. Jenis kayu ini mudah dipotong atau diukir dengan alat pemotong genggam. Pola butiran kayu ini termasuk rumit sehingga memberikan tampilan yang berkarakter anggun. Terlebih lagi jika kamu memasangkan pelat kuningan di plakat tersebut.

4. Kayu Maple

Maple adalah jenis kayu yang paling keras dibanding kayu-kayu lainnya. Di samping itu, kayu maple juga memiliki warna yang berbeda dengan kayu pada umumnya yang berwarna merah kecoklatan. Kayu maple hampir berwarna putih. Teksturnya yang keras membuat jenis kayu ini cenderung sulit dipotong dan diamplas halus. Oleh karena itu, kehati-hatian sangat diperlukan untuk menghindari permukaan kayu yang terkelupas.

Harga Plakat

Harga plakat biasanya berapa? Plakat memiliki harga yang variatif, namun umumnya plakat yang berkualitas memiliki kisaran harga ratusan ribu. Twin Digital menawarkan plakat dengan harga yang terjangkau. Mulai dari 175 ribu hingga 325 ribu per satuannya. Kamu bisa cek detail produknya di sini!
Plakat ini tersedia dalam berbagai kayu jati belanda premium. Kamu bisa mendapatkan plakat yang sempurna untuk keperluan rumah, kantor, atau bisnis kamu. Setiap plakat dicetak dengan profesional dan bisa custom teks sesuai kebutuhan kamu. Cukup tuliskan permintaan kustomisasi kamu, dan lakukan check-out.

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.12 13:41 ahmertash Ortodoks Kilisesi Takviminde Bugün, 12 Mayıs, Aziz Elçi Tomas Pazarı (Yeni Takvim, Düzenlenmiş Jülyen Takvimi)

Ortodoks Kilisesi Takviminde Bugün, 12 Mayıs, Aziz Elçi Tomas Pazarı (Yeni Takvim, Düzenlenmiş Jülyen Takvimi)

Aziz Tomas Haftası

https://preview.redd.it/0es6mz5zfzzc1.png?width=519&format=png&auto=webp&s=76c38f85100e4b8a0747388d6f0a954ca68c005e
Yuhanna (20:19-31)
“Ne mutlu senin vasıtanla görmeden iman edecek olanlara”
Paskalyanın ikinci pazarında İsa Mesih havarilerine, Azîz Tomas da aralarındayken görünür. Aziz Tomas’ın imanı diğer havarilerden daha zayıf değildir. On öğrenci Paskalya akşamı İsa Mesih onlara zuhur ettiğinde iman ederler ama Tomas da onların gördüklereini görmek ve dokunduklarına kendiside dokunmak istediği için İsa ikinci pazarda kapılar kapalı iken onlara görünür. Ve Tomas’a “Bak” ve“Dokun” imansız olma fakat imanlı ol der.
İmanın üç derecesi vardır. Birincisi görünen şeylere olan imandır ve bunlar belkide doğal gerçeklerdir. İdrakımız altında olup kainatın gerçekleridir güneş gibi su gibi ay gibi tıp ilmi ile bedensel özellikler ve onların görevleri gibi. Biz bunların hakkında geniş bilgiye sahip ve onların sağlamlığı ve neticelerine inanırız. Ve belkide bunlar manevi gerçeklerdir ve bizler mesela terbiye konusunda şefkatin önemine dünya toplumlarında barışın önemine ve sosyal adaletin gerekliliğine ve benzerlerine inanırız. Bütün bunlar bizim idrak edebildiğimiz ama duyularımızla dokunamadığımız durumlardır. Ama bu saydıklarımızın hiçbiri iman değildir. Ama onun birinci derecesidir ve biz buna “Bilgi” deriz. Bilginin imandan farklı olan tarafı, birincisi sabit ve apaçık belli aşikar olan şeylerle uğraşır ama ikincisi ise, iki kurala dayanan ve bir nevi kararsızlık ve tehlike taşır ki bunlardan birincisi “İman gözü” bu göz eski bir bilgi ve deneyim sayesinde belli bir görüş sahibidir, ikinci kural ise kişisel özgürlük ile doğal ve manevi gerçekler hakkında bildiklerimizden bunların sebep ve amaçlarının ne olduğunu anlama eğilimi ve arzusudur. Yani yaratılmış olanlardan yaratana geçiştir ve bu yaratılmış olanlarda yaratanın sevgisini okumaktır. İşte Tomas’ın iman konusunda durmuş olduğu basamak buydu. Aziz Gregoryos Naysisi’nin dediği gibi Tomas ne zaman ki İsa’yı gördü ve yan tarafına ve çivilerin yerine elini koydu “Ey muallim” diye haykırmadı ve dirilmiş bir bedene iman etmedi aksine “Rabbim ve Allahım” diye haykırdı. Zira Tomas eliyle ve gözüyle idrak edince Rabbe ve Allah'a imana yöneldi. Tomas akla ve duyularına güvendi ve bunlardan Efendisinin Rab ve Allah olduğuna dair iman derecesine yükseldi. Tomas İsa’nın yan tarafına dokunup diri bir bedene iman etmekle kalmadı yaraların yerine dokunarak “Allahım” diye bağırdı. İşte Hristiyanların çoğunluğunun iman konusundaki genel derecesi budur. Yani genellikle anlayalım ve ikna olalım sonra iman edelim.
Ama üçüncü derece ise, İsa’nın “Görmeden iman edenlere ne mutlu” diyerek müjdelediği aşamadır. Bizler bazı açıklamalardan sonra efendimizin mucizelerine inanırız ve kilisenin iki bin yıllık deneyimleri ve bazı görünümlere ilişkin anlatımlardan sonra İsa’nın dirilişini kabul ederiz. Ama imanın öyle bir aşaması vardır ki bir süre imanın ikinci derecesini tecrübe edinir işte kişisel deneyimin senelerce imanla beraberliği onu taşıyana güven- kamil bir iman verir ki bu “Akıl gözü” haline gelir ve artık bu göz ne bir araştırma ne de bir dokunuş istemez. İmanda derecelere yükselirken açıklamaya ihtiyaç duyarız ve neye veya kime iman edeceğimize dair güvenimiz akıl, yorum, açıklama ve ispat desteğine ihtiyaç duyar. Ama kişisel deneyim imanı “Mutlak” olanın idrakine yükseltir. Mucizelerden birinde Petrus İsa’dan ispatlar istemedi mi? Petrus İsa’ya şöyle dedi: Eğer sen isen bana emret suyun üstünde sana geleyim. Ve Yahudilerde inanmak için mucize istemediler mi? Bütün bunlar ikinci- orta derecedeki imanın görüntüleridir. Bu, bilgi doyumu, duyularla dokunma ve akli idrake dayanan imandır. Üçüncü derecedeki iman “Görmeden” olandır zira daha önce yeterince görüp bilgi susamışlığını ve güvenin kararsızlığını gideren imandır. Dirilişten sonra İsa’nın sorduğu andaki Petrus’un imanıdır: Ey Petrus beni sever misin? O da cevap olarak şöyle der “Sen bilirsin”
Havarilerin ve Tomas’ın imanları, mutlulanan bu üçüncü derecede ki imana ancak İsa’nın dirilişinden sonra ki görünümleriyle ulaşmıştır. Eğer Tomas şüphe etmeseydi bizim şüphemiz baki kalacaktı. Paskalya akşamında İsa’nın göründüğü anda Tomas’ın orada olmayışı Tanrısal bir tasarımdı ki Tomas’ın şüpheye düşmesi ve İsa’nın o mevcut iken tekrar zuhur etmesi ona dokunması Rabbim ve Allahım diye haykırışı bu vesile ile bizlerin şüphelerini gidermiştir. Çoğumuz İsa’nın dirilişi ve öğrencilerine görünmesini okuyup dinledikten sonra Tomas’ın isteklerini dile getiririz yani görmek ve dokunmak isteriz. Ve böylece Tomas görüp dokununca bizim yerimize dokunmuş ve bizim yerimize Rabbim ve Allahım diye haykırmış oldu.
İmanın birinci derecesi “Bilgi”dir ikinci derecesi “Hikmet”tir bu “İman gözüne” sahiptir ve onunla göz duyusundan daha fazlasını görür . Üçüncü derece ise “Kamil iman”dır. Bununla insan “İmanla yaşayan” doğruluk ve dua insanına dönüşür ve o zaman akıl ve yürek bilgide birleşir ve ikinci derecede imanın uzun başarılar deneyimi mutlak bir güvene esas teşkil eder ki bu da imanı kamil olan derecesine yükseltir.
Ve bizler çoğumuz imanın bu ikinci derecesi basmaklarında gidip geldiğimiz için bu Pazar bizlerin kararsızlığımıza cevap verme ve gidip gelmelerimizi hafifletmek ve imanımızı güçlendirmek için gelmiştir. Bu Pazar günü ilahilerimiz şöyle der: Tomas’ın imansızlığı ne zarifti, imanlıların yürekleriyle bilgiye yaklaştı ve korkuyla “Rabbim ve Allahım” diye haykırdı (Kamil iman) . İşte mucize, imansızlık imanın güçlendirilmesine dönüştü. Efendimiz Tomas’ın şüphelerini gidermek için göründü biz de onunla haykıralım: Rabbim ve ilahım sana yücelik olsun. Amin. Kaynak

Konstantinopolis Başpiskoposu Aziz Germanos

https://preview.redd.it/3z0e5br0gzzc1.png?width=358&format=png&auto=webp&s=9ccf3e72e4a2b48e90e62e82ca68df5e0da075b3
Aziz Germanos, Konstantinopolis’teki ünlü bir ailenin oğluydu. Önce Kyzikos Metropoliti oldu, ardından da 715’te Konstantinopolis’te görevinde yükseldi. Aziz Germanos, İmpartator Leo’nun kutsal ikonaları tahrip etme emrine tüm yürekliliğyle karşı çıktı. Bu yüzden görevinden alındı ve 730’da sürgüne gönderildi. Geri kalan ömrünü huzur içinde geçirdi. Aziz Germanos birçok kilise ilahisinin bestecisidir. Aziz, daima Kıbrıs Piskoposu Aziz Epifanios (403) ile birlikte anılır (740). Kaynak

Kıbrıs Piskoposu Aziz Epifanios

https://preview.redd.it/s16ifk22gzzc1.png?width=489&format=png&auto=webp&s=75d0a405aa0ef7a292cce8398ba3ba53fe7a909f
Aziz Epifanios Filistin’de bir Yahudi olarak doğdu, ama daha sonra kız kardeşiyle Mesih inancını benimseyip birlikte vaftiz oldular. Epifanios tüm mal varlığını fakirler için harcadıktan sonra keşiş oldu. Büyük Hilarion’u (31 Ekim) tanıdı, yol ve bilgeliklerini öğrenmek için Mısır’daki keşişlerin arasına katıldı. Onu önce Mısır’da ve ardından Kıbrıs’ra piskopos etmek istediklerini öğrendikten sonra da alçakgönüllülüğünden ötürü orayı terk etti, ne var ki sonunda yine piskopos ilan edildi. Cemaatini tüm içtenliğiyle korudu, birçok mucize gerçekleştirdi, kilisesini Aryan sapkınlığına karşı savundu, Panarion gibi çeşitli kitaplar derledi. “Beş dilli” olarak anılırdı, çünkü İbranice, Eski Mısırca, Süryanice, Yunanca ve Latince bilir ve hepsini akıcı konuşurdu. Kıbrıs Piskoposu Aziz Epifanios daima Konstantinopolis Başpiskoposu Aziz Germanos (740) ile birlikte anılır (403). Kaynak

Günlük Okumalar

  • Matta 28:16-20: 'On bir öğrenci de Celile bölgesine, İsaʼnın onlara buyurduğu dağa gitti. İsaʼyı görünce, Oʼna tapınmaya başladılar. Bazıları ise, şüphe içindeydi. İsa onlara yaklaşıp şöyle dedi: “Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bunun için gidin, bütün milletleri öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba , Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz edin. Size emrettiğim her şeyi yerine getirmeyi onlara öğretin. Bakın, ben dünyanın sonuna kadar her zaman sizinle birlikteyim.”'
  • Elçilerin İşleri 5:12-20 'Halk arasında elçilerin elleriyle birçok mucize ve harika yapılıyordu. Hep birlikte tek bir fikirle “Süleymanʼın Kemeraltı” denen üstü kapalı kısmında toplanıyorlardı. Diğer Yahudiler onlara katılmaya cesaret edemediler. Yine de halk onlara büyük saygı gösterdi. Gittikçe daha fazla kişi, hem erkek hem de kadın, Rabbe iman edip onlara katıldı. Sonuçta hastaları sokağa çıkarıp yataklar ve döşeklerin üzerine yatırdılar. Bunu Petrus oradan geçerken, hiç değilse gölgesi bazılarının üzerine düşsün de şifa versin diye yaptılar. Yeruşalimʼin etrafındaki kasabalardan birçok insan geliyordu. Hastalarını ve şeytani ruhlardan eziyet çekenleri getiriyorlardı. Onların hepsi iyileşti. O arada başrahip harekete geçti. Kendisi ve yanında bulunanların hepsi, yani Saduki partisinden olanlar kıskançlıkla doldular. Elçileri yakalatıp herkesin gözü önünde hapishaneye attılar. Fakat Rabbin bir meleği geceleyin hapishanenin kapılarını açtı ve elçileri dışarıya çıkarıp şöyle dedi: “Gidin, tapınak avlusunda durun ve bu yaşam yolu hakkındaki her şeyi halka anlatın!”'
  • Yuhanna 20:19-31 'Haftanın ilk günüydü ve akşam olmuştu. İsaʼnın öğrencilerinin bulunduğu evin kapıları kapalıydı, çünkü Yahudi liderlerden korkuyorlardı. İsa gelip ortalarında durdu ve “Size esenlik olsun!” dedi. Bunu söyledikten sonra onlara kendi ellerini ve böğrünü gösterdi. Öğrenciler Efendileriʼni görünce sevindiler. İsa onlara tekrar “Size esenlik olsun!” dedi. “ Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.” Bunu söyledikten sonra üzerlerine üfledi ve onlara “Kutsal Ruhʼu alın!” dedi. “Kimin günahlarını bağışlarsanız, onlar bağışlanmış olur. Kimin günahlarını bağışlamazsanız, onlar bağışlanmamış olur.” Fakat İsa geldiği zaman, on iki elçisinden biri olan ve İkiz adıyla bilinen Tomas onlarla birlikte değildi. Öbür öğrenciler ona, “Biz Efendimizʼi gördük!” dediler. O da onlara şöyle dedi: “Ben ellerindeki çivi izlerini görmeden, parmağımı çivilerin battığı yerlere ve elimi böğrüne koymadan asla inanmayacağım.” Sekiz gün sonra İsaʼnın öğrencileri yine evdeydiler. Tomas da onlarla birlikteydi. Kapılar kapalıyken İsa geldi, ortalarında durdu ve “Size esenlik olsun!” dedi. Sonra Tomasʼa şöyle dedi: “Parmağını buraya uzat, ellerime bak. Elini de uzat, böğrüme koy. Artık imansız olma, imanlı ol.” Tomas Oʼna, “Rabbim ve Allahım!” diye karşılık verdi. İsa ona şöyle dedi: “Beni gördüğün için mi iman ettin? Görmeden iman edenlere ne mutlu!” İsa öğrencilerinin gözü önünde bu kitapta yazılı olmayan daha birçok mucize yaptı. Fakat bunlar, İsaʼnın Allahʼın Oğlu Mesih olduğuna inanmanız için yazılmıştır. Oʼna iman ederseniz Oʼnun adıyla hayat bulursunuz.'
submitted by ahmertash to HristiyanTurkler [link] [comments]


2024.05.10 12:08 twindigital 6 Rekomendasi Souvenir 20 Ribuan yang Berkesan

6 Rekomendasi Souvenir 20 Ribuan yang Berkesan
https://preview.redd.it/pdxwewewokzc1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=22d5f3b93f805c417855cef3fe5b9f3d81345d3e
Souvenir 20 ribuan menjadi salah satu hadiah yang banyak dicari. Budget sebesar dua puluh ribu dinilai cukup terjangkau bagi berbagai kalangan. Terlebih lagi saat ini sudah ada banyak pilihan kado yang bagus dengan harga tersebut.
Dengan begitu, saat bertukar kado kamu nggak perlu ngeluarin budget yang mahal untuk beli kado. Sebab, kamu bisa memberikan hadiah-hadiah yang murah tapi berkesan bagi penerimanya.
Mau tahu kado apa yang murah tapi berkesan? Kado yang simpel dan unik buat tukar kado bareng teman? Cek di sini selengkapnya deh! Twin Digital punya rekomendasi souvenir 20 ribuan yang kece.

Kado Apa yg Murah Tapi Berkesan?

1. Case Handphone

Sedang memikirkan kado apa buat tukar kado? Case handphone menjadi kebutuhan hampir semua orang. Kamu bisa memberikan case handphone dengan tampilan yang lucu. Pilih warna yang soft atau warna yang disukai si penerima. Supaya makin suka, kamu bisa custom desain case handphone. Untuk case handphone bisa cek di sini untuk handphone yang estetik!

2. Pulpen Stainless Premium

Pulpen stainless premium bisa jadi opsi hadiah, bukan sekadar pulpen biasa karena pulpen ini berbahan stainless yang diberi tambahan cetak metode print uv maupun grafir yang bisa custom desain atau nama orang yang ingin kamu kasih hadiah tersebut. Tentu produk ini adalah produk yang berkelas.

3. Hiasan Dinding Penuh Makna

Kado apa yang simpel tapi penuh makna? Jawabannya hiasan dinding edisi quotes. Pajangan hiasan dinding ini sedang tren di kalangan kawula muda. Kamu bisa menuliskan kutipan-kutipan yang positif untuk memotivasi teman kesayanganmu. Contohnya kayak poster dinding mdf ini loh.

4. Kartu Ucapan Akrilik

Kartu ucapan akrilik yang elegan dan premium dapat jadi pilihan yang bagus, karena di dalamnya kalian bisa isi teks maupun desain gambar dalam undangan tersebut, yang tentunya tidak dapat terlipat, lusuh seperti kertas tetapi bahan akrilik ini keras dan terdapat opsi tambahan memakai amplop buat souvenirmu makin luxury. Produk ini sebenarnya bisa dipakai sebagai kartu ucapan maupun undangan ya Twin Creative, so kalian bisa cek produknya di link ini!.

5. Kotak Bekal untuk Makan Siang

Membawa bekal saat ke kantor atau ke sekolah tentu lebih sehat dan higienis. Custom Bento Set Taku Print UV adalah produk yang tepat untuk menyimpan bekal makanan yang akan dibawa. Kotak makan ini terbuat dari polypropylene. Sudah termasuk sendok dan sumpit loh. Jadi makin praktis kan.

6. Tumbler dengan Karakter Lucu

Kado apa yang unik? Botol minum tumbler dengan custom karakter lucu bisa menjadi pilihan kado yang menarik. Selain case handphone, botol tumbler dapat dibawa kemana-mana. Pilihlah tumbler yang terbuat dari material khusus yang aman dan terbebas dari BPA seperti tumbler dundee. tumbler insert paper. Harganya nggak sampai 30 ribu, murah banget kan.
Jadi, mana hadiah yang akan kamu berikan saat tukar kado nanti? Masih belum menemukan hadiah yang sesuai? Kunjungi Twin Digital utnuk dapatkan solusinya!

Temukan Twin Digital di:

Situs Web: twindigital.id Situs Blog : twindigital.co.id Facebook. : twindigital.id Instagram: twindigital.id Tiktok: twindigital.id Shopee: twindigitalprinting dan twin_creative Tokopedia: twin digital dan digital printing indonesia
submitted by twindigital to u/twindigital [link] [comments]


2024.05.09 12:56 ahmertash Ortodoks Kilisesi Takviminde Bugün, 9 Mayıs (Yeni Takvim/Düzenlenmiş Jülyen Takvimi)

Ortodoks Kilisesi Takviminde Bugün, 9 Mayıs (Yeni Takvim/Düzenlenmiş Jülyen Takvimi)

Peygamber Yeşaya

İşaya, Tanah’ta Yeşaya ismiyle bahsonulan bir peygamberdir (MÖ 7. yy.). Adı “Yehova’nın kurtuluşu” anlamına gelir. Daha çok Ahaz’ın (MÖ 736 – MÖ 716) ve Hezekiya’nın (MÖ 715 – MÖ 686) hükümdarlıkları sırasında faaliyet gösterdi. Bu dönem Asurluların yükseliş dönemine rastlamaktadır. Samarra’nın yıkılışına tanık oldu (MÖ Aralık 722 – MÖ Ocak 721). Vaazlarının ana düşüncesi, Tanrı’nın kutsal olduğu, İsrailoğullarının da onun gibi kutsal olmaları gerektiğidir. İşaya, paganlıkla karışan Yahudi geleneğini yerdi, paganlığın etkisinden korktuğu için yabancılarla ilişki kurmayı yasakladı. Yehova’nın şartlarını kabul edenlerin başında, Davud’un soyundan gelen mesih kral Emmanuel’in yer alacağı yarının ülkesini kurabileceklerini söyledi.
“Işığa şekil veren ve karanlığı yaratan; barışıklık eden ve bela yaratan; bütün bunları yapan Rab Benim” İşaya 45:7
https://preview.redd.it/b9t9ur5mrdzc1.jpg?width=903&format=pjpg&auto=webp&s=9798fb840f16c0d334ce1a538c4ae1021d48cf1b

Aziz Büyük Şehit Christopher

Aziz Christopher ilk başta Reprobus olarak adlandırılmıştı. Hıristiyanlara zulmedildiğini görünce, zalimleri zulümlerinden dolayı azarladı. Onu hükümdarın huzuruna çıkarmak için askerler gönderildi; ama o onları Mesih'e döndürdü ve onlarla birlikte vaftiz edilerek Christopher adını aldı. Hükümdarın huzuruna çıktıktan sonra hapsedildi ve onu baştan çıkarmak için iki fahişe gönderildi, ancak onları da Mesih'e döndürdü ve şehit olmaları için onları cesaretlendirdi. İşkencelere maruz kaldı ve sonunda Decius'un günlerinde başı kesildi. Cehaletten ve batıl inançlardan dolayı onun hakkında birçok harika ve efsanevi şey söylenir, bunlardan biri de Aziz'in ikonasına bakıldığı gün beklenmedik bir nedenden dolayı aniden ölmenin imkansız olduğudur. Bu, çeşitli çevrelerde alıntılanan şu atasözünün kökenidir: "Eğer Kristof'a bakarsan, hayatın yollarında güvenle ilerlersin." "Mesih taşıyıcısı" anlamına gelen isminin etimolojisi, ikonografları şüphesiz onu bebek İsa'yı omuzlarında taşırken tasvir etmeye sevk etmiştir; ancak bazı bilgisiz ikonografların yaptığı gibi onu bir köpek kafasıyla tasvir etmek tamamen hatalıdır.
https://preview.redd.it/dol7bxznrdzc1.jpg?width=925&format=pjpg&auto=webp&s=2a14f8d0da5cec341c894b16002014baa3926c07

Simonopetralı Aziz Yeronimos

Muhterem Peder Yeronimos, Çeşme’nin Reisdere Köyü’nde, 1871 yılında, fakir ve dindar Nikolaos ve Maria Diyakoyorgis çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Alaçatı’nın beş kilometre kuzeydoğusunda ve denizden iki kilometre uzaklıkta bulunan bu Hristiyan köyünün sakinleri Mora ve Girit kökenli olup çoğunlukla çiftçilikle, bağcılıkla geçimlerini sağlıyorlardı.
Vaftizinde Yoannis adını aldı. Okulunda en iyi öğrencilerden biriydi, her alanda tüm sınıf arkadaşlarını geride bırakıyordu. Bu yüzden öğretmeni onu yakındaki kasabanın okuluna öğretmen olarak gönderdiğinde, daha henüz ilkokulu bitirmişti. Köyündeki kilise onun hayatının merkezi olmuştu. Ruhunun aradığı her şeyi orada buluyordu. Mukaddes sakramentler, dualar ve hizmetler aracılığıyla üstüne yağan Allah’ın neşesini ve takdisini. Ayinleri, ruhbanları, mugannileri, gece ayinlerini, şapelleri seviyordu. İlahilerde mugannilere, altarda ruhbanlara yardım ediyordu. Küçük yaştan itibaren sükûneti, dindarlığı ve ciddiyetiyle olgun biri gibi görünüyordu.
İleride rahipliği seçerek kendi isteğiyle takip edeceği yoksul yaşantıyı, fakir bir ailenin evladı olarak küçüklüğünden itibaren tecrübe etti. Çocukluk yılları için çok az şey biliyoruz. Annesi, onun üzerinde sevgisinin canlı izlerini bıraktı. İlk olarak ondan (annesinden) azizlerin hayatlarını duydu, oruç tutmayı, dua etmeyi, Allah’ı sevmeyi öğrendi. Çok kısa sürede azizler onun en yakın arkadaşları oldu, artık ailesi onu bulamadığında şapellerde arayacağını biliyordu. Aziz Dimitrios iki defa ona şifa verdi. İlkinde bacağında çok şiddetli ağrılar varken ve ikincisinde de suçiçeğine yakalandığında. Her iki defa da kırk gün boyunca oruç tutarak Azizin kilisesinde kalmıştı.
Bir akşam kız kardeşi onu Meryem Ana’nın Selâm kıtâlarını okurken duydu. Ertesi günün sabahı ona “Meryem Ana’nın Selâmlarını biliyor musun” diye sorduğunda, “Hayır” cevabını aldı. ”O halde öğrenmenin zamanı geldi” dedi kız kardeşi. Yıllar sonra Muhterem “Yedi yaşından beri Meryem Ana’nın Selâmlarını ezbere biliyorum” diyecekti. Annesinin derin imanı vefat etmeden önce, rahibe olduğunda kendini belli eti. Küçük yaştan beri sevdiği melek kisvesini giyip, “Melani” adını aldı. Azizin erkek kardeşi de “Maksimos” adıyla rahip oldu, üç kız kardeşi ise “Mağdalini, Melani ve Kasyani” isimleriyle rahibe oldular. Bu kız kardeşlerden iki tanesi daha önce evli hayat yaşadılar. Yine azizin bir çok akrabası Ayion Oros’ta ve Yunanistan’daki çeşitli manastırlarda rahip/rahibe oldu.
On iki yaşındayken, üç arkadaşıyle beraber Sakız Adası’na, meşhur Aziz Peder Parthenyos’u görmeye gitti. Muhteremin elleri ve yüzü dahil vücudunun her yeri kapalıydı ve kamburdu. Kurduğu manastırın yakınlarındaki bir mağarada büyük bir çilecilik hayatı yaşıyordu. Gençleri ilk kez görüyor olmasına rağmen her birine isimleriyle hitap ederek onları karşıladı. Hepsine hayatlarında hangi yolu izleyeceklerini söyledi. Yoannis’e de sevinçle rahip olarak öleceğini bildirdi. Peder Yeronimos daha sonra bu konuda şöyle yazacak: “Ergenlik dönemimde Allah’ı nasıl daha fazla hoşnut edebileceğimi düşünüyordum. Rahiplerin iyi ve Allah’ın hoşuna giden yaşantısını seçtim, çünkü bu yaşam tarzı, “Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size rahat veririm” diyen Rab’bi iman ve itaatle takip etmek isteyenlere daha uygundur. Pederâni ve ailevî takdisi aldıktan sonra, Rab’bin haçını da yenilmez silah olarak kuşanıp, Allah’ın sevdiği bu karar ve amaca daha uygun yer olan Ayion Oros’a gittim”. Babası ona, “Gidesin ve geri dönmeyesin” dileğinde bulundu. Çünkü o yıllarda bazıları rahip olduktan sonra memleketlerine geri dönüyorlardı. Babasıysa oğlunun katı olmasını arzuluyordu.
1. Muhterem Yeronimos Ayion Oros’ta Rahip (1888-1920)
Küçük Yoannis, Ayion Oros’a vardığında haç çıkarttı ve Meryem Ana’ya teşekkür etti. Burada Meryem Ana’ya karşı olan sevgisi büyüyecek ve vefatına kadar onun adını her duyduğunda ya da telaffuz ettiğinde gözlerinden yaşlar akacak. Geldiği dönemde Oros’ta 10.000’in üzerinde rahip vardı. On yedi yaşındaki Yoannis Allah’a şükrederek, Allah’ın azizlerinin yolunu izlemek, onların başarılarını taklit etmek için 3 Ekim 1888’de mürlü bölgeden, Simonopetra Manastırı’ndan içeri girdi ve 28 Ekim’de rahip adayları defterine kaydoldu. Kendisi şöyle yazıyor: “Alaçatı kökenli, muhterem ve saygıdeğer Başrahip Neofitos tarafından kabul edildim… ve rahip adayı olarak kaydoldum… bana verdikleri her hizmete canla başla koşarak”.
Başladığı yeni hayat, ondan önceki binlerce rahibin yaşadığı hayattı. Allah’ın hatırasının daimî olduğu, düzenli oruçlarla, uzun süreli ayinlerle, sık gece ayinleriyle sulanmış gizemli bir hayattı. Kanon (kişisel dua programı), hizmet, günah itirafı, ilahî komünyon… Böyle bir gündelik programla, daha memleketindeyken başlamış olduğu yaşam tarzını, fazlalıkları çıkartarak yaşamaya devam etti. Kitab-ı Mukaddes’i, çileci Pederleri, azizlerin yaşamlarını, sayfalarını göz yaşlarıyla ıslatarak okuyup öğrenmeye başladı. İlk hizmetlerinden birisi, manastırın Kariyes’teki (Ayion Oros’un başkenti sayılan bölge) temsilciliğinde “konakçılık” vazifesiydi, yani manastırın temsilcisinin yardımcılığı. İki buçuk yıl sonra hastalık sebebiyle manastıra geri döndü. Kısa süreliğine Dafni’ye (Ayion Oros’un limanı) ve sonrasında manastırın Limnos Adası’ndaki metohilerine1 “kellaris” (kilerci) olarak gönderiliyor. Manastırın yetkililerine olan itaati mütevaziliğini gösteriyor.
Dört buçuk yıllık denemeden sonra, 1893’ün Dallar Pazarı’nda, Yeronimos adını alarak büyük kisveli rahip oluyor. 15 Haziran’da yortusu olan azizine ve koruyucusuna özel bir saygı duyuyor. Rahip olduktan sonra yeni ve daha büyük mücadeleler başlıyor. Muhterem Rahip Efthimyos bu konuda şöyle yazıyor: “Okumak için lambasında yaktığı petrol, içtiği sudan daha fazlaydı. Her zaman sessizdi, çünkü içsel arınmaya sahipti. Çoğu zaman, yalnızken, göz yaşları sel olup akardı. Ne kadar soğuk olursa olsun hiçbir zaman ateşe yaklaşmadı. Asla bedenine rahat vermedi, oturur vaziyette çok kısa süreliğine uyurdu. Ve hiçbir şeye sahip olmama erdemini insan dili anlatamazdı. Bu rahip manastırın dayanığıydı. En ufak meselede bile ona danışılırdı. Tevazuyla dolu olan bu insan, manastırın kıvancıydı”.
Peder Yeronimos’un mücadelesine saygı duyan kardeşler git gide ona daha fazla yakınlaşmaya başladılar. Rahip adaylarını manastır ruhuna sokmak için ona gönderir oldular. O da büyük basiretle onlarla konuşurdu. O zamanlar rahip adayı olan Muhterem Peder Efthimyos, Peder Yeronimos’un kendisine dediklerini şöyle kaleme alıyor: “Rahip olmaya mı geldin? İyi düşündün mü? Münzevî hayatı pak olanlar için küçük bir gül gibidir… Sana verilen işleri bitirdiğinde, odana git ve taburene otur. Orada kendi isteğinle kendini kötüle ve düşün ki tüm insan ırkının günahını üstüne almış Rabbimiz İsa Mesih’ten başka senin için kimse yok. Ardından “Görünmez Savaş’ı” açıp oku. Efendimiz Mesih’in pek tatlı ismini telaffuz ettiğinde, Allah’ı yücelten tüm hisler aracılığıyla kibrin ya da böbürlenmenin seni Rab’bin sevgisinden uzaklaştırmamasına dikkat etmelisin”.
Genç rahip Yeronimos manastırın sekreteri oldu, bu hizmete başrahip olduktan sonra da devam etti. Sonra ona zor bir görev olan ve manastırın tüm dış işlerinden meshul olmayı gerektiren “temsilcilik” hizmeti veriliyor. Sık sık değişik kişilerle görüşmek için Ayion Oros’tan dışarı çıkmak ve çeşitli durumların üstesinden gelmek zorunda kalıyor. Erken yaşta ona manastırın metohilerinde zor ve yorucu görevler veriliyor. Hiçbir zaman sakınmadan, ibretlik bir itaatle, ileri gelenlerinin isteklerini yerine getiriyor. Manastırdan uzun süre uzak kaldığı zamanlar oluyor, idarî ve malî meselelerle meşgul oluyor, fakat asla neden rahip olduğunu ve Allah ile olan içsel iletişimin zaruriliğini unutmuyor.
Saygı, nezaket, manastıra ve yetkililerine karşı mükemmel itaat, onu yaşlılık yıllarında bile takip ediyorlar. Manastırda gösterdiği büyük ilerleme, kendisine verilen görevleri başarıyla yerine getirmesi, ağırbaşlılığı, yumuşakhuyluluğu ve genel olarak erdemi, bir yandan onu saygın ve sevilen biri yaparken diğer yandan da, her zaman böyle durumlarda görmeye alıştığımız üzere kıskançlık ve haset objesi haline getiriyor. Bunlara karşı tepkisi her zaman sükûnet ve kin duymama oluyor. Manastırda birçok gece boyunca lambasının yanılı olduğuna şahit oluyorlardı. Eski pederler onu hiçbir zaman uzanmış olarak görmediklerini anlatıyorlar. Ne zaman gidersen git onu ya ayakta ya da sandalyede görüyordun. Sandalyede uyuyordu. Çok uyku, Allah’a olan sevgiyi azaltıyor. Sabahları onu ayinde sırasında dururken, ilahi söylerken ya da okurken görüyorlardı. Peder Efthimyos şöyle diyor: “Varlığı bizleri denetliyordu, onu görmemek için arka sıralara gidiyordum, çünkü beni kendimden utandırıyordu”. Oruçta da büyük bir çileciydi. Ortak yemekhanede yenilenler dışında hiçbir şey yemezdi. Manastırda olduğu zaman günlük ayinlerden asla eksik olmazdı. Yemekhanede de asla kendisine konulan yemeğin hepsini yemezdi. Yemek esnasında okuyuculuk yapma görevini isterdi ki herkestan sonra yesin ve az yediğini kimse görmesin. Dışarıdan Ayion Oros’a geldiğinde günler boyunca yağ yemezdi ki dışarıda kaçırmış olduğu herhangi bir orucu tamamlasın, diye anlatıyor Peder Efthimyos. Kim bilir daha bilinmeyen, gizemli ne çok mücadelesi vardı…
Yolculuklarından döndüğünde işlerini aksatmıyordu. Sekreterlikte, hücresinde yazılar yazardı, kütüphaneyi, arşivi düzenlerdi, okurdu. Kilisede hizmet ederdi, ortak yapılan işlere yardım ederdi. Hiçbir hizmeti hor görmezdi, bu yüzden de Allah onu yüceltti. 1910 yılında, yaklaşık altı ay boyunca Atina’daydı. Manastırın “Analipsi” adlı metohisinde, “parikonomos” olarak (Parikonomos: ikonomosun, yani manastırın malî işlerinden sorumlu rahibin yardımcısına verilen ad). Mektuplarıyla manastırı bu metohiyi satmama hususunda ikna etmeye çalıştı. Buranın gelecekte yaşayacağı manevî bahar hakkındaki öngörüleri kısa sürede vuku buldu. Kilisenin dindar cemaatiyle ilk tanışması burada gerçekleşti, daha sonra bu tanışıklık gelişecek ve bol manevî ürün verecekti.
1911’de Ayion Oros’a dönerken fırtınadan kurtuldu. Mektubunda kurtuluşunun Allah’ın inayeti sayesinde gerçekleştiğini yazıyordu. Ona destek olan en büyük şey, Kilise’nin azizleriyle olan ilişkisiydi. Aziz Dimitrios ile olan ilişkisinden ve azizin ona şifa verdiğinden bahsetmiştik. Fakat İlahiyatçı Aziz Yuhanna’ya da ayrı bir sevgi duyuyordu. Küçüklükten beri fıtıktan muzdaripti. Çok zorlanmasına rağmen kendini idare ediyordu. Kendisi aynen şöyle yazıyor, “hiç hissetmeden, ilaçsız ve ameliyatsız bir şekilde iyileştim”. İyileşmesi, Aziz Yuhanna’nın 26 Eylül’deki yortusunda yapılan gece ayini sırasında gerçekleşti. “Haç çıkartıp azize rica ettikten sonra sırama geçip ilahi söylemeye başladım. Aynı anda fıtığın yok olduğunu hissetmeye başladım ve bundan sonra bir daha beni rahatsız etmedi. Aziz Yuhanna’nın şefaatiyle mucizevî bir şekilde iyileştim, bu yüzden onun mucizevî lütfunu ve yardımını, yüceliği azizlerinde ifşa olan Allah’a şükrederek ikrar ediyorum. İyileşmem 1897’de vuku buldu”. Aziz Yuhanna onu bir başka gece ayini esnasında tekrar ziyaret etti ve o sıralar aklını meşgul eden kuvvetli denenmelerden onu kurtardı. O günden itibaren bir daha asla böyle denenmeler yaşamadı.
Azizlere karşı olan sevgisi o kadar büyüktü ki bu yüzden Allah onun bazı azizleri tanımasına izin verdi, daha önce belirttiğimiz gibi ölmeden biraz önce Sakız Adalı Çileci Aziz Parthenios’u tanıdı, Aziz Nektaryos ile şahsî arkadaşlık bağı kurdu, Kalimnoslu Aziz Savas’ı ve Aziz Nikolaos Planas’ı tanıdı. Bu yoğun azizseverliği, Allah’ın ona verdiği ilahi söyleme ve yazma yeteneği ile kendini dışa vurdu. Böylelikle 1893’te, rahiplik töreninden hemen sonra, henüz 22 yaşındayken, “Aziz ve İlahî Pederimiz Mürakıtan Simon’un Her Makamda Sekiz Kasidesi”ni yazdı, 1891’deki yangında kaybolan kısımları tamamlayarak. 1896’da manastırın koruyucuları olan Mürakıtan Aziz Simon’a ve Mecdelli Meryem’e yakarış duaları yazıp besteledi, daha sonra bunların, azizlerin ayinleriyle ve Aziz Simon’un Sekiz Kasidesiyle birlikte baskısını yaptı.
1902’de Suriyeli Aziz Efrem’in ayinini yazıp besteledi, manastırdaki muhterem rahiplerin adını taşıdığı Azizler Neofitos ve Yoannikyos’un, Giritli 99 şehidin, Aziz Sofronyos’un, Aziz Yeronimos’un ve Azize Mecdelli Meryem’in ayinlerinin eksik kısımlarını tamamladı. İlahi yazarı olarak sunduğu hizmetine sürgündeyken de, Aziz Büyük Andonyos’a Yakarış Duaları, Aziz Minas’a, Azizler Viktor’a ve Vikendiyos’a, İstanbul Patriği Pavlos’a, Sergios ve Vakhos’a Selâm Kasideleri yazarak, manastırda mukaddes emanetleri bulunan azizlerin ayinlerine takviyeler yaparak, Rab’be, Meryem Ana’ya ve azizlere yakarış duaları kaleme alarak, fakat en çok da daimi duasıyla ve günlük ayinlere yürekten katılımıyla devam etti. Eserlerinin bir çoğu gün yüzüne çıkmadı ve bilinmiyor.
1914 Şubatı’nda manastır onu, kendisinin tüm karşı koymalarına rağmen, İhtiyar Heyeti’nin üyesi olarak seçiyor. Tüm bu zahmetler ve seyahatler sırasında rahiplik vazifelerini asla ihmal etmiyordu. Yolda, gemide, trende tesbihi elinden düşmüyordu. Başrahip Yoannikyos’un ağır hasta olduğu dönemde en yakınında olan kişi Peder Yeronimos’tu. 7 Aralık 1919’da ikinci manevî pederini de ebediyete teslim etti. Başrahip Yoannikyos’un son arzusu ise başrahipliği çok sevdiği ve layık gördüğü evladı Peder Yeronimos’un devralmasıydı. Vurgulamamız gerekiyor ki hayatı boyunca hiçbir zaman hiçbir şeyin peşinden koşmadı ya da hiçbir şey istemedi. Her zaman sabırla bekliyordu, her türlü kıdemi ve ayrıcalığı reddediyordu. Uzun yıllar boyunca ona papaz olması için ısrar ediyorlardı fakat o reddediyordu.
2. Muhterem Yeronimos Manastırın Başrahibi (1920-1931) 2 Ocak 1920 mazbatasında başrahip olarak seçiliyor. O sene Kasandriya Metropoliti İrineos tarafından 11 Nisan’da diyakon, 12 Nisan’da da papaz olarak atanıp, manevî peder ve arhimandrit imtiyazları veriliyor. 18 Nisan’da, Mür Taşıyan Kadınlar Pazarı’nda, tüm pederlerin ortak kararıyla kendisine başrahiplik asası veriliyor. Başrahipliğinin ilk aylarında manastırın ihtiyaçları için dışarı çıkmak zorunda kalıyor. Gemiyle Pire’ye vardığında Analipsi Metohisine gitmek yerine Egina Adası’na, hasta olan Aziz Nektaryos’un yanına gidiyor. Onunla manastırlarına yaptığı ilk ziyareti sırasında 1898 yılında tanışmıştı. O zamandan beri aralarında manevî bağ gelişmişti ve bu bağ Aziz Yeronimos’un her Atina ziyaretinde yenileniyordu.
Aziz Teslis yortusunun arefesi, Aziz Nektaryos’un manastırının panayırı. Aziz Nektaryos yatalak olduğundan gece ayinini yönetemiyor. Rahibeler azize çanları çalıp çalmayacaklarını soruyorlar. O da, “Çalın çanları, papaz geliyor” diyor. Onlar çanları çaldığı sırada Muhterem Yeronimos manastıra giriyor. “Size papaz geliyor demedim mi? Hem de Ayion Oroslu başrahip”, diyor Aziz Nektaryos rahibelerine. Gece ayininden sonra aziz, Peder Yeronimos’tan tüm hücrelerden geçip hepsini takdis etmesini istedi. O ise orada bir episkopos olan Aziz Nektaryos varken bunu yapmaktan utandı ve gizlice gitti. Daha sonra bu olayı anlatırken, gözyaşlarıyla şöyle diyordu: “Bir azizin karşısında ben kimdim ki?”. Fakat azizin ricasını hiçbir aman unutmadı, kendi vefatından üç gün önce, 1957’de, gidip bütün hücreleri takdis etti.
Aziz Nektaryos vefat etmeden bir ay önce, isim yortusu olan 11 Ekim 1920’de, onu hastanede ziyaret etme şerefine nail oldu. 1921’in Ağustos ayında, Mukaddes Gözetmenlik (Ayion Oros’u yöneten heyet) onu, Ayion Oros’un iç tüzüğünü hazırlayacak beş kişilik heyetin üyelerinden biri olarak seçti.
İdarî görevleri ve ağır sorumlulukları onu manastırın kardeşlerine vakit ayırmaktan asla alı koymadı. Diğer rahiplerle birlikte hizmetlere katılıyordu. Gece yarısı ekmek hamuru yoğururken, kışın avluda karları temizlerken, öğleden sonra bahçelerde çalışırken, gece çamaşırlarını yıkarken ona rastlamak mümkündü. Bu şekilde çalışkanlık ve mütevazilik örneği teşkil ediyordu. Eski başrahibi, ona böyle öğretmişti, her hizmette ilk sırada olmayı. Fakat öte yandan da gizli ve münzevilik mücadeleleri de devam ediyordu. Sandalyede ya da kanepede sırtına bir yastık alarak kısa süre uyumayı bırakmadı. Eski Simonopetralıların anlatmasına göre, başrahiplik odasının kapısı hiçbir zaman kapalı değildi, ne zaman gidersen git başrahip orada seni bekliyordu. Ya okuyor ya da yazıyor oluyordu. Tıpkı manastırdaki ilk yıllarında olduğu gibi sade, mütevazi, alçakgönüllü, kibar, çileci, basiretli ve yumuşak yüzlü olmaya devam etti. Başrahipliği manevî bereketiyle, sadeliğiyle, misafirperverliğiyle ve sadakalarıyla, çalışkanlığıyla, ihtimamıyla ve Allah’ın inayetine güveniyle ayırt ediliyordu.
1924 yılında takvim değişikliği yapılıyor ve Meryem Ana’nın Müjdesi yortusunda ilk kez Analipsi Metohisinde yeni takvimle ayin yapıyor. Bu hareket manastırda çok tepki topluyor, öyle ki, döndüğünde, altı ay boyunca bir grup rahip tarafından kiliseye girmesine izin verilmiyor. Peder Yeronimos ise sakince bu duruma katlanıp duruşundan taviz vermiyor. Tüm hayatı adeta bir şehadet gibiydi. Fakat tüm yaşantısı da, hakikî duruşu, az cevapları, kendisini suçlayanlara karşı vakur tutumu, sükûneti ve Allah’ın isteğine olan bağlılığı ve daha sonra gerçeğin kanıtlanması, onun haça gerilen Rab’bin yolundan gittiğine, iftiraya uğramış ve yanlış anlaşılmış azizlerin izini takip ettiğine şahitlik ediyor.
Bazılarının yanlış dindarlığı yüzünden bir taraftan takvim mevzusu, öbür taraftan da kendi memleketi dışındaki (Anadolu) bölgelerden rahip kabul etmeyen şövenizm, ayrıca azizin parayı sevmemesi, sadakalar vermesi ve özellikle de diğer rahiplerce anlaşılmaz olan manevî hayatı onu maalesef ki diğerleri tarafından “görüldüğünde bile moral bozan” (Süleyman’ın Bilgeliği 2, 14) biri haline getirdi. Tüm bunların neticesinde, on bir yıllık bir başrahiplik macerasının ardından, kendi manastırı tarafından, manastırın mal varlığını kötüye kullandığına dair iftiraya uğruyor ve Mukaddes Gözetmelik kararıyla, 1931 Haziranı’nın sonlarında, Kutlumusiyu Manastırı’na altı aylığına sürgüne gönderiliyor. Oradaki pederler ona sonsuz bir sevgiyle davranıp bir aziz gibi muamele ediyorlar. Peder Yeronimos ise tüm bunların başına günahları yüzünden geldiğini söylüyor. Sürgünü ve daha sonra Atina’ya gönderilmesiyse birçok ruhun kurtuluşuna vesile olacak. Mukaddes Gözetmelik dolaylı yoldan masumiyetini tanıyarak onu dört ay sonra Atina’daki Analipsi Metohisine gönderiyor. Haksız şekilde cezalandırılması Allah tarafından yüceltilmesini, yeteneklerinin ifşasını ve değerlendirilmesini, erdemlerinin ve lütfunun ortaya çıkmasını sağlıyor. Artık orada ikinci büyük ayrılığını yaşıyor. 26 yıl boyunca, 60 yaşından 86 yaşına kadar, Ayion Oros’un dışında yaşayan bir Ayion Oroslu olarak yaşıyor, bir daha asla geri dönmemek üzere. Sürgün yerini hizmet yerine çeviriyor ve hakikî Ayion Oros’u, Analipsi’ye taşıyor, ve bu “yeni Ayion Oros’a” başka kişiler gelmeye başlıyor.
1937’de Başrahip Kesaryos’un istifasından sonra manastırın ileri gelenleri onu tekrar başrahip seçiyorlar. O ise, saygıyla, sevgiyle, mütevazilikle ve haysiyetlilikle bu sorumluluğu üstlenmeyi reddediyor, gücünün bunun için yeterli olmadığını düşünerek. Mektubunda şöyle yazıyor: “Hem Mukaddes Manastırımız’a hiçbir faydam olmayacak, hem de bu büyük mevkinin gerektirdiği sorumlulukları yerine getiremeyecek durumda olduğumdan kendime büyük zarar vermiş olacağım”.
3. Muhterem Yeronimos “Analipsi” Metohisinde 1931-1957
1931’lerin Atinası manevî hayatın düşük seviyede olduğu bir şehir. Kilise’nin Pederleri neredeyse bilinmiyor. Münzevîlik, Kilise’nin bugün ihtiyaç duyulmayan eski bir güzelliği olarak görülüyor. Şehir fakir dolu. Yetimlikten, savaşlardan, mültecilikten kaynaklanan kalıtımsal bir fakirlik. Analipsi metohisinin bulunduğu Viron mahallesinde, hâlâ pak halk dindarlığını muhafaza eden Anadolulu mülteciler yaşıyor ve ona âdeta Allah göndermiş gibi sevinçle kucak açıyorlar.
Hayatının sonuna kadar rahatsızlıklar, sürekli ateşlenmeler, baş ağrıları, halsizlik, bitkinlik, bronşit, kan hastalıkları peşini bırakmadı. Vefat ettiğinde vücudu kanser doluydu. Fakat o hiçbir zaman canının acıdığından şikayet etmedi. Doktorların ısrarı ve sevgisi sayesinde ilaç kullanmayı kabul etti. Yalnızca bir gün ilaçlarını almadı: “Olmaz, bugün Aziz Şifacıların yortusu, onlar da hekim”. Vefatından sonra dolabında kullanılmamış bir sürü ilaç buldular. Doktorların baskıları da onu, bedenine de ihtiyacı olan şeyleri vermesi konusunda ikna edemedi. İstemli ve istemsiz gelen acılar da çileciliğin bir parçasıdır, çilecilik ise azizliğin aracı, Allah’a teslimiyetin kanıtıdır.
Fakat hiçbir zaman çeşitli denenmeler onun peşini bırakmadı, şöyle derdi: “Denenmeler elzemdir, tıpkı aldığımız nefes gibi. Denenmeler denizin dalgalarıdır, dalga olmadan denizde yolculuk yapılmaz, denenmeler olmadan insan kurtuluşa eremez”. Sahip olduğu tecrübe ona manevî çocuklarına, yalnızca dünyevî insanları yoran denenmelerin büyük faydası hakkında konuşma rahatlığı veriyordu. Herkese şefkatle katlanıyordu. Birisi onu rahatsız ettiğinde Muhterem yerine onun manevî çocukları üzülüyordu, o ise şöyle derdi: “Sakin olun, her şeye rağmen o beni seviyor”.
1949’da manastırı, iftiralar yüzünden onu görevden almayı düşünüyor. Daha çok “büyük meblağları amaçsızca harcıyor” bahanesiyle suçlanıyor. Çocuklarının sevgisi ise azlinin gerçekleşmesine engel oldu. Manastıra karşı içtenlikle yazılan çok sayıda mektup onların Aziz Yeronimos’a duyduğu hürmeti ve sevgiyi gözler önüne seriyor. Görevden alınma gerçekleşmese de, manevî çalışmaların rahat ilerlemesine engel olacak kararlar alındı. Peder Yeronimos ise kendisini ayıran tevazusu ile her şeye katlanıyordu, konuşmadan ya da karşı çıkmadan, fakat tabi ki canı yanarak. Tamamen Allah’a teslim olmuştu ve yalnızca O’ndan umuyordu. Onu ne övgüler sevindiriyordu ne de suçlamalar üzüyordu.
İlk ziyaretçileri çoğunlukla bölgenin sade sakinleriydi. Sevgisi onu kısa sürede tanınır biri yaptı ve kısa süre içinde günah itirafı yaptığı yerin dışındaki banklar hiç boş kalmamaya başladı. Kalabalıklar saatlerce sabırla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Birçok kişi ona acılarını emanet etmek için geliyordu. Kendisine ne kadar katıysa, gelen insanlara da bir o kadar hoşgörülüydü. Peder Yeronimos günahtan yara almış büyük bir topluluğun manevî pederi olarak öne çıktı. Şefkatli hekim, ruhların mükemmel rehberi, yenilgilerde beraber üzülen, zaferlerde birlikte sevinen bir dost, basiretli bir yol gösterici, dikkatli bir danışman, yorulmayan, sakin ve tatlı bir insan olarak yaşadı.
İlk senelerde günah itirafını ayakta yapıyordu. Sabah ayinden sonra başlıyordu ve çoğu zaman gece yarısı bitiriyordu. Çoğu zaman vakit kazanmak için günah itirafı yaptığı sırada yemek yiyor, ya da mektup okuyordu. Fakat cevapları her seferinde karşısındakini ne kadar da dikkatle dinlediğini gösteriyordu. Çok sayıda kişinin bekliyor olmasına rağmen o hiçbir zaman acele etmiyordu. Hasta olduğu zaman bile. “Söyleyin siz, bırakın diğerlerini beklesinler ben sizi dinlemek istiyorum” diyordu. Ruhları âdeta açık bir kitap gibi okuyordu. İnsan ruhuna dair bilgisi çok etkileyiciydi. Çok nadiren günah itirafında bulunan kişiler soru sorardı. Onlar kendilerine neden soru sorarak yardımcı olmadığını sorduklarında ise, “Düşünmediğiniz günahları aklınıza sokmak istemiyorum. Herkes ne yaptığını ve kendisini neyin rahatsız ettiğini iyi biliyor” diyordu. Günah itirafından önce mutlaka sana bir şey ikram ederdi, gülümserdi, neyle meşgul olduğunu sorardı ve sonrasında petrahilisini (papazların dua atkısı) takardı.
İtirafları dikkatlice dinleyip sonunda da yanıtlıyordu. Birçok defasında uyuyor gibi yapıyordu ya da gözlerini odaklanmak için veya yorgunluktan dolayı kapatıyor gibi yapıyordu, günah itirafında bulunan kişi rahat etsin diye onun gözlerinin içine bakmıyordu. Acılı kişiye yardım etmek için her şeyi kullanıyordu, zamanı ya da zahmeti gözetmeksizin. En büyük sevinci ve zahmetlerinin ödülü, insanların gerçekten tövbe ettiğini görmekti. Bazen, eğer ondan bir şey saklıyorsan, çeşitli yollarla seni öyle bir tövbe durumuna getirmeye çalışıyordu ki itiraf edesin. Seni kırmadan ya da aşağılamadan. Bütün manevî insanları süsü olan, eski bir asaleti vardı. En büyük üzüntüsü günah itirafından bir günah fazla çıkan ruhları görmekti. Kasıtlı olarak dürüst yapılmamış bir günah itirafı günahıyla.
Günah itirafının sonunda sana kendisine güvendiğin için teşekkür ediyordu. Eğer ilk kez gidiyorsan mutlaka ismini not edip her gün senin için dua ederdi. Asla ümitsizliğe kapılmana müsaade etmezdi. Canları teselli etmeyi biliyordu. “Ben bunun için buradayım. İşim bu” diyordu. Sana Sâlih olan Allah’ın sonsuz merhametinden, Meryem Ana’nın ve azizlerin şefaatlerinden bahsederdi. Basireti ve tevazusu, ruhları ve geleceği bilip öngörmesi lütfuyla örtünüyordu. Tüm bunlar Allah’a olan sevgisinin ve O’ndan aldığı aydınlanmanın sonucuydu. İnsan ruhunun en saklı köşelerini bilirdi. İnsanı bütünüyle görebiliyordu. Kendisine günah itirafında bulunanlardan en çok istediği şey günahkarlıklarının farkına varmaları ve alçakgönüllü olmalarıydı. Izdırap içindeki insan tabiatına karşı duyduğu sevgiyle, kendisine dertlerini ve kederlerini emanet eden birçok yaralı ruhun kurtarıcısı oldu. Mucizevî petrahili, tövbe, ilahî pederin merhametin ve bağışlanmanın gelmesi için ettiği hararetli duası, insanların hayatlarına anlam veriyordu ve cennete yollar açıyordu. Terimler yerine basit sözlerle kendisini ifade etmeyi biliyordu. Aydınlanmış temiz fikri, kurtarmayı, neşelendirmeyi ve toparlamayı biliyordu. Kendisine yaklaşan herkesin gözünde bilge bir manevî peder sembolü olarak yer edinmişti.
Analipsi’deki ayinler her gün Ayion Oros usulünce icra ediliyordu. Gece iki civarı, manastırdaki kardeşlerin de kalktığı saatte kiliseye gidip sabah ayinin başladığı saat olan beşe kadar tek başına orada kalıp dua ediyordu. Bu saatlerde ayin esnasında okumaya vakit bulamadığı, yaşayanların ve vefat etmiş olanların isimlerini okuyordu. Diptihalarında (dua edilmek üzere isimlerin not alındığı defter) 2500’den fazla isim vardı. Günlük ayinler sade, sakin ve huşu doluydu. Mugannileri ücret almayan ve çok dindar kimselerdi. Muhteremin ayinlerinin tadı başkaydı. Nurlu yüzüyle, esenliğiyle, sadeliğiyle, lütfu ruhlara iletiyordu. İlahi Litürji’de asla oturmuyordu. Ayini icra ederken mükemmel bir şekilde yaptığına odaklanıyordu. Âdeta soyutlanıyordu. Ayin esnasında birçok küçük çocuğun onun yerden yükseldiğine tanık olup “papaz uçuyor” diye bağırdığı olmuştur. Onu yerden biraz yüksekte görüyorlardı.
Ayinden hemen sonra insanları görmeye başlamıyordu. Biraz oturup sakinleşmek, gözlerini kapatmak istiyordu. “Ayinden sonra endişeli oluyorum, nasıl benim günahkâr ellerim Mesih’e dokundu, biraz durup sakinleşmem gerekiyor” diyordu. Kendisi de çocuk paklığında olan Muhteremin çocuklarla olan ilişkisi, onlara karşı sevgisi, mübarek hayatının en güzel sayfalarıdır. Bu sevgiye nail olan o zaman çocuklarının anlattıkları, onun ne kadar yüce gönüllü bir insan olduğunun bir diğer kanıtıdır. Küçük çocuklara büyük konulardan büyük bir ciddiyet ve rahatlıkla bahsederdi. Onlara güveniyordu, büyüklerle nasıl konuşursa onlarla da öyle konuşuyordu ve sandığımızdan daha çok şeyi anladıklarını söylüyordu. Çoğu zaman onlara siz diye hitap ediyordu. Onlara yaptığı muameleyle kalplerini Mesih’e açmalarını ve O’nu her zaman orada tutmalarını sağlıyordu. Büyük bir sempatiyle oturup onlarla okuldaki dersleriyle, beslenmeleriyle, sağlıklarıyla, eğitimleriyle, çoğu zaman öngördüğü gelecekleriyle ilgili sohbet ediyordu ve onları yatkın oldukları alanlara yöneltmeye çalışıyordu. Kendisi de durup dikkat ettiği çocuk tabiatından çok şey öğrendiğini söylüyordu.
Bu iyi pederin yapmış olduğu sadakalar da çok biliniyordu. Tıpkı büyük sadakacı azizlerinkiler gibi. Neredeyse tüm Viron mahallesi ondan sadaka almıştır, özellikle zor işgal yıllarında çok kişiye yardımı dokunmuştur. Kimin istediğine, ihtiyacı olup olmadığına asla bakmazdı. Cömertçe herkese verirdi. Çocuklarının saygısıyla ve sevgisiyle toplanan bağışların bir gece bile odasında kalmamasına özen gösteriyordu. Parası bittiğinde sadaka vermek için borç alıyordu. Eğer hiç yoksa, “böyle işte, bazen yaz bazen kış” diyordu. Çoğu zaman otobüse binerdi fakat bilet alacak parası yoktu. Verecek parası olmadığında kimseyi üzmemek için şahsî eşyalarını dağıtırdı insanlara. Kardeşlerine karşı olan merhameti o kadar büyüktü ki sanki kendisi alıyormuş gibi bir sevinçle veriyordu. Kendisiyle azla yetinen, oruç tutan, aşırı derecede tutumlu ve sade bir hayat yaşayan biriydi. Kendisinden “fakir ailenin fakir çocuğu” diye bahsetmekten çok hoşlanıyordu. Vefat ettiğinde, çekmecesinde yalnızca 7 drahmi bulundu!
Onu tanıyan ve onun öngörü lütfundan bahseden insanların anlattıkları için sayfalarca yazma lazım. Bir kişiyi tanımadan ona adıyla hitap edip, hayatından bahsediyordu. Psikolojik yöntemlerle değil fakat gerçeğin temizliğinde ve cennetten düşmeden önceki hayatta yaşayarak, düşünceleri, kalpleri, geçmişi, geleceği görebiliyordu. İnsanı en çok hayran bırakan nokta ise bunlardan bahsederken kullandığı sade üslubuydu. Komplo teorileri, savaşlar vb. konulardan bahsetmiyordu. Karşısında bulunan mücadele eden canın problemlerinden bahsediyordu, cesaret ve rahatlık vermek, ümitsizliği kovmak için. Gizemli, alegorik bir şekilde konuşuyordu, sanki gizli olan şeyleri biliyor olması normal bir şeymiş gibi.
Asla sahip olduğu bu lütuftan bahsetmedi. Bu sahip olup olmadığından emin olmadığı bir şeydi. Ve gerçekten, o zamanlar onun ağzıyla konuşan Allah’tı. Onun kendisini Allah’a teslim etmesi, diğerleri için bir destek olması olmasını sağlıyordu. Kimsenin aklına gelmeyecek ihtimalleri görebiliyordu. Allah’ın ona verdiği ilk düşünceyi günah itirafında bulunan kişiye söylüyordu ve böylece hiç hata yapmıyordu. Onun bu lütfu, insanlara yardım armağanıydı. Muhteremin bedensel acı ve hastalıklara verdiği şifaların da sayısı az değildir. Mucizeler yaptığına asla inanmadı ve başkalarının da anlamasına müsaade etmedi. Bildiği ve yorulmadan vaaz ettiği şey Allah’ın yanımızda olduğu ve inananların dualarını işittiğiydi. Kilisenin duaları, mukaddes ayinler, aziz sakramentler, özellikle günah itirafı, ilahî komünyon ve yağ sürme sakramentleri, ikonalarıyla, mukaddes emanetleriyle ve şefaatleriyle azizler, özellikle Allahdoğuran, değerli Haç, iyileştirici güce sahipler. Ve en önemlisi, şifa veren, arındıran ve kurtaran, insandaki sıcak imanı gören Mesih’tir. “Şifa verenin Rab Allah’tır”. Bu zor saatlerde kullandığı silahları petrahili (papaz atkısı), haç ve dua kitabıydı. Onun ellerinde büyük bir kuvvet geliyordu bunlara. İnananlar ve inanmayanlar ona yaklaşarak haykırıyorlardı, “Gördük ve anladık ki, Rab seninle beraber”. Muhterem imanının tüm ateşiyle, elçilerine ve onların mirasçılarına, “hastaları iyileştirip, kötü ruhları kovacaksınız” diyen Rab’be dua ederdi. Başrahip Yeronimos’un küçük yaştan beri O’na adanmış, kendisi için hiçbir şey gözetmeyen, çilecilik ve itaatle kardeşlerinin hizmetine kendini vakfetmiş, mütevazi ruhunu gören Sâlih Allah, nasıl ona mucize yapma lütfunu vermesin?
Dindar kişilerin, sadık manevî çocuklarının anlattığı bu mucizeleri, onlar bizzat yakından tanık olarak yaşadılar. Kim bilir azizin daha bilinmeyen ne kadar mucizesi var, zira bunlara tanık olan bir çok kişi vefat etti, ya bilinmiyorlar, ya da kendileri de nasıl mucizeler yaşadığının farkında değiller. Çünkü bu tip mucizeler gizli bir şekilde çok sık yaşanıyordu. Belirtmekte fayda var ki bu olayları anlatan kişiler arasında Kilise’ye yakın yaşamayanlar da var. Anlattıklarıyla Allah’ın hakiki hizmetçilerine karşı duydukları saygıyı gözler önüne seriyorlar. Muhterem o kadar güzel ahlaklı bir insandı ki bu durum onun herkes tarafından sayılan bir şahıs olmasını sağladı. Vefatından sonra yaşandığına tanık olunan benzer mucizelerin de sayısı az değil. Çok sevdiği Allah’a şimdi daha yakın olduğundan sahip olduğu lütfun da daha zengin olması çok normal. Artık onun yaşlı bedeni hastalar için koşturarak yorulmuyor. Artık evlatlarını gökyüzünden de takdis ediyor, öyle ki mucizeleri bahşeden ve cömert olan Allah’ın adı onun aracılığıyla daha fazla yüceltilsin.
Allah, onu büyük sevgisinden ötürü daha henüz yeryüzündeyken lütfuyla kuşatmıştı ve nasıl ki bulutsuz gökyüzündeki güneş saklanamaz, o da kendini öyle eleveriyordu. Erdemin hoş kokusu çoğu zaman fiziksel duyular aracılığıyla da hissedilir oldu. 1938 yılında, Başepiskopos Hrisostomos’un cenazesine Muhteremi de çağırmışlardı. Onu evli olan ruhbanların arasında bir yere koydular, o ise hiç sesini çıkarmadı (evli olmayan ruhbanlar hiyerarşik olarak evli olanlardan önde gelir). Yanında bulunan saygın bir papaz ona şöyle dedi: “Siz Ayion Oroslular da ne var da böyle güzel kokuyorsunuz?”. Muhterem de yanıtladı: “Ne olacak mübarek, sus…“. Fakat o ısrarcıydı: “Hayır, hissediyorum, sizden hoş bir koku geliyor, sizde bir şey var…”. Bir manevî çocuğu da şu tanıklıkta bulundu: “Ondan uzaklaştıkça koku da azalıyordu. Sanki karanfil ile gül arası bir koku. Aynı hoş kokuyu Aziz Nektaryos’un yanında da hissetmiştim”.
Oldukça münzevî karşıtı bir dönemde Muhterem, münzeviliğe karşı sevgiyi insanlar aşılamayı başardı ve üç yüzden fazla cana, sosyal statü ya da yaş gözetmeksizin, münzevilik kisvesini giydirdi. Kendisinin ki başta olmak üzere, ailece Allah’a adanan kişilerin sayısı hiç de az değildir. Rahipleri hem Ayion Oros’a hem de başka yerlere yolluyordu. Rahibeleri de çeşitli manastırlara. Bazı rahibelerin yaşları çok ilerlemiş olduğundan evlerinde kalmalarına müsaade ediyordu, bazılarını sivil olarak manastırlara yollayıp orada rahibe olmalarına vesile oluyordu. Bazılarına ise bizzat kendisi, Analipsi’de, kisveyi giydiriyordu. Çocuklarının kalplerine kazınmış olan bu arzuyu görüp onları bu yolda hazırlıyordu. Yakarışlarıyla, münzevilerin meleğimsi zümresinin çoğalmasına yardımcı oluyordu. Sayının çoğaldığını görünce de Rab’be ve Meryem Ana’ya teşekkürlerini sunuyordu.
4. 6 Ocak 1957’de Gerçekleşen Vefatı
Muhterem peder vefatını önceden gördü ve çeşitli yollarla manevî evlatlarına da bildirdi. Göğe olan bu yolculuğun hazırlıklarını daha henüz gençlik yıllarındayken yapmıştı. Tüm hayatı hasretle beklediği ölüm için bir hoş geldin hazırlığıydı. 86 yaşındaydı ve hastalığının ağırlığı son günlerde onun çok acı çekmesine sebep oluyordu. Fakat bu durum asla onun dua etmesine engel olmadı, sık sık da haç çıkartıyordu. Hiç şikayet etmeden, sabırla, güzel sözlerle ve sakinlikle sonu bekliyordu.
Vefatından birkaç gün önce Pire’deki bir kliniğe getirildi. Dört gün önce, ilahî bir görümün ardından, Egina Adası’na ziyarete gitti, tüm fırtınaya rağmen Aziz Nektaryos’un mukaddes emanetlerine niyaz etmek için. Güzel ruhu, yorgun bedenini yıllar süren mücadelelerin ardından Pazar günü sabah 11:40’ta, Teofanya Ayini ve su takdis töreninden sonra, 6 Ocak 1957’de bıraktı. Ruhu göklere çıktı. O günün arefesinde yağ takdis ayini yapılmıştı ve ilahî komünyondan da almıştı. Vefatının hemen ardından, dönemin kiliseye ait olan ve olmayan basını, onun mübarek yaşantısı hakkında çok şey yazdı. Birçok kişinin samimiyetle yaktığı ağıtlar, kendilerine böyle bir baba bağışlayan Allah’a karşı şükran duaları olmuştu.
Azizin defninden birkaç gün sonra, bazıları Analipsi’nin kilisesinin apsis kısmının arkasında bulunan mezarın yakınında oturuyorlardı ve mezardan hafif ve hoş bir koku geldiğini fark ettiler. 8 Mayıs 1965’te azizin mukaddes emanetleri mezardan dışarı çıkartıldı. Simonopetralı Rahip Yelasyos manastırdan emanetleri almak için gönderildi, “Eğer yetkili kişi sandığı çan kulesine saklamasaydı manastıra eli boş dönecektim” dedi. Çünkü insanlar takdis ve koruma için mukaddes emanetlerden almak istiyorlardı. Bu mümkün olmayınca da mezarından kum, tabutundan da tahta parçaları aldılar. Yine birçok kişi Muhterem mezardan çıkartılırken Allah’ın lütfunun yoğun belirtilerini hissetme şerefine nail oldular. Hepsi şaşkınlıkla bu sırada hissedilen hoş kokudan bahsediyorlar.
Azizin dış görünüşünü, ona bakanda yarattığı izlenimi, Ayion Oroslu Rahip Moisis çok güzel bir şekilde ifade ediyor: “Muhterem çok sadeydi. Kısa boyluydu. Biraz toplu da olsa âdeta soyutlanmış gibiydi, bakışların onun içinden geçiyordu. Yüzü genellikle nurlu, ciddiyet ve iyilik doluydu. Asla rahip başlığını çıkartmazdı. Yüzündeki kırışıklıklar çok doğal duruyordu. Bakışları derindi, genelde aşağıya bakardı ve gözlerinde çok nadir bir ışık vardı. Direkt olarak gözlerine bakmakta zorlanıyordu insan. Genelde gözlük takardı. Bakışlarında hoşgörü ve samimiyet vardı ve karşısındakine net bir sevgiyle bakardı. Gülümsemesi ayrı bir güzeldi. Sakalları beyazdı ve ortadan biraz ayrılıyordu. Genelde soluk benizliydi. Temiz giysiler giyen, sade bir rahip. Pederâne özellikleri baskın, iyilik, sakinlik, basiret, sempati. Genel olarak yüzünün ifadesi, uzun ve ak saçları, giysilerinin ve sözlerinin sadeliği, samimi ifadelerindeki anlamların lütfu, onu zor durumda olanlar için yardım kılavuzu haline getirmişti. “Bir insanın görünüşü, giysisi, yürüyüşü, onun ne olduğunu sana bildirir” (Sirak’ın Bilgeliği 19, 29-30). Onu, bu Allah adamını, sade rahibi bozulmaz bir uysallığın ve sükûnetin içinde görünce, ruhunun derinliklerinde “Rab yolunda olmak iyidir…” (Sirak’ın Bilgeliği 46, 10) diye haykırıyordun. Peder Yeronimos göksel bir insan, yeryüzündeki bir melek gibi yaşadı.
https://preview.redd.it/rah45si8sdzc1.jpg?width=300&format=pjpg&auto=webp&s=28d4fb38bc9753c2a2887b987094c8951ab87fed
submitted by ahmertash to HristiyanTurkler [link] [comments]


2024.05.06 01:08 Mamut_Mahmut NOFAP#293. GÜN HEDEF 365

Olsun ben yinede davadan vaz geçmem sonuna kadar gideceğim belki sen ben yaşayamadık ama onlar yaşın yaşasın ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi ayakları üzerinde sonsuza kadar dura bilsin belki sen ben "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 26. Madde VIII. Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü,radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir. Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümlere, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir" den mahrum kaldık ama gelecek nesil kalmasın. Belki Bizi şarabını yudumlayıp karısını sikerken hatırlar ve "vay aq eskiden nasıl yaşıyorlarmış dedem gil" der. Neyse bu çok uzadı al sana türkiye hakkında bilgi; Türkiye Cumhuriyeti ya da kısaca Türkiye, topraklarının büyük bölümü Anadolu'da, küçük bir bölümü ise Balkan Yarımadası'nın güneydoğu uzantısı olan Trakya'da yer alan ülke. Kuzeybatıda Bulgaristan, batıda Yunanistan, kuzeydoğuda Gürcistan, doğuda Ermenistan, İran ve Azerbaycan'ın ekslav toprağı Nahçıvan, güneydoğuda ise Irak ve Suriye komşusudur. Güneyini Akdeniz, batısını Ege Denizi ve kuzeyini Karadeniz çevreler. Marmara Denizi ise İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı ile birlikte Anadolu'yu Trakya'dan yani Asya'yı Avrupa'dan ayırır. Türkiye, Avrupa ve Asya'nın kavşak noktasında yer alması sayesinde önemli bir jeostratejik güce sahiptir.[4]
Türkiye Cumhuriyeti

Bayrak
Millî marş İstiklâl Marşı

Türkiye konumu (yeşil)

BaşkentAnkara 40°K 33°DEn büyük şehirİstanbul 41°1′K 28°57′DResmî dillerTürkçeKonuşulan diller
Türkçe (%84)Kurmanci (%12)Arapça (%1)Zazaca (%1)ve diğer (%2)
Etnik gruplar
(2016)[1]
Türkler (%70-75)Kürtler (%19)ve diğer (%7-12)
DemonimTürkHükûmetÜniter başkanlık sistemli anayasal cumhuriyet
• Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan
• Cumhurbaşkanı yardımcısı
Fuat Oktay
• Meclis başkanı
Mustafa ŞentopYasama organıTürkiye Büyük Millet MeclisiTarihçe
• Kurtuluş Savaşı
19 Mayıs 1919
• Meclisin açılması
23 Nisan 1920
• Lozan Antlaşması
24 Temmuz 1923
• Cumhuriyetin ilanı
29 Ekim 1923Yüzölçümü
• Toplam
783.562 km2 (302.535 sq mi) (36.)
• Kara
769.632 km2 (297.157 sq mi)
• Su
13.930 km2 (5.380 sq mi)
• Su (%)
1,78Nüfus
• 2020 sayımı
84.806.974 (17.)
• Yoğunluk
105/km2 (271,9/sq mi) (107.)GSYİH (SAGP)2020 tahminî
• Toplam
2,382 trilyon $ (13.)
• Kişi başına
28.294 $ (48.)GSYİH (nominal)2020 tahminî
• Toplam
649,436 milyar $ (20.)
• Kişi başına
7.715 $ (73.)Gini (2018)41.9[2] orta · 51.İGE (2019) 0.820[3] çok yüksek · 54.Para birimiTürk lirası (TRY · ₺)Zaman dilimiUTC+3 (TRS)Tarih formatıgg/aa/yyyy (miladi)Şebeke gerilimi230 V–50 HzTrafik akışısağTelefon kodu+90ISO 3166 koduTRİnternet alan adı.tr
Türkiye toprakları üzerindeki ilk yerleşmeler Yontma Taş Devri'nde başlar.[5][6][7][8] Doğu Trakya'da Traklar olmak üzere, Hititler, Frigler, Lidyalılar ve Dor istilası sonucu Yunanistan'dan kaçan Akalar tarafından kurulan İyon medeniyeti gibi çeşitli eski Anadolu medeniyetlerinin ardından İskender'in egemenliğiyle birlikte Helenistik Dönem başladı. Daha sonra sırasıyla Roma ve Anadolu'nun Hristiyanlaştığı Bizans dönemleri yaşandı.[7][9] 11. yüzyılda Abbasi hilafetini siyasi hakimiyeti altına alan ve İslam dünyasında büyük bir güç konumuna gelen Selçukluların 1071 yılında Bizans'a karşı kazandığı Malazgirt Muharebesi ile Anadolu'daki Bizans üstünlüğü büyük ölçüde kırılarak Anadolu kısa süre içerisinde Selçuklulara bağlı Türk beyleri tarafından ele geçirildi ve Anadolu toprakları üzerinde İslamlaşma ve Türkleşme başladı.[10] Kısa sürede Anadolu'daki diğer Türk beylikleri üzerinde hakimiyet kuran Konya merkezli Anadolu Selçuklu Sultanlığı, 1243'teki Moğol istilasına kadar Anadolu'yu yönetti.[11]
  1. yüzyılın sonundan itibaren Batı Anadolu'daki Türk beyliklerinden biri olarak öne çıkan Osmanlılar, 14. yüzyılda Balkanlar'da gerçekleştiriği fetihlerle büyük bir güç haline geldi ve Anadolu'daki diğer Türk beylikleri üzerinde de hakimiyet kurdu. Osmanlılar, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'na son vermesiyle büyük bir imparatorluk haline geldi. İmparatorluk 1516-1517'de Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır'ı fethedip Mekke ve Medine'yi de hakimiyeti altına almasıyla İslam dünyasındaki en büyük güç haline geldi ve İslami hilafetin de tek temsilcisi oldu. İmparatorluk zirvesini Orta Doğu ve Kuzey Afrika'dan Macaristan'a kadar hakimiyet kurduğu 15. ve 17. yüzyıllar arasında, özelikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşadı. 1683 II. Viyana Kuşatması sonrasında gelen bozgun ve 15 sene süren Kutsal İttifak Savaşları neticesinde 1699'da Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya karşı üstünlüğü sona erdi. 19. yüzyıla gelindiğinde imparatorluk, Tanzimat adı verilen ciddi bir modernleşme sürecine girdi. 1876 yılında anayasanın ilan edilip meclisin açılmasıyla başlayan I. Meşrutiyet devri, Sultan II. Abdülhamid'in 1878 yılında Osmanlı-Rus Savaşını gerekçe göstererek anayasayı askıya alıp meclisi kapatması ile kısa sürse de, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilerek anayasa tekrar yürürlüğe girdi. Ancak reformlar dağılmayı engelleyemedi. Bu süreçte bağımsızlığını kazanarak imparatorluktan ayrılan Balkan devletlerinin birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açması ile başlayan 1912-1913 Balkan Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar'daki tüm topraklarını kaybetti. Balkan bozgunundan bir sene sonra da I. Dünya Savaşı'na İttifak Devletleri'nin yanında giren imparatorluk savaş sonucunda yenik düşerek Arap Yarımadasındaki tüm topraklarını kaybetti, 30 Ekim 1918 tarihinde tüm orduların teslim olması şartını kabul etti, devamında İtilaf Devletlerince işgal edildi.[12]
16 Mart 1920'de İtilaf Devletleri'nin İstanbul'u işgal edip bazı milletvekillerini tutuklayarak sürgüne göndermesi sonucunda Meclis-i Mebûsan'ın kapanmasıyla Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Onun önderliğinde işgalci kuvvetlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı (1919-1922) başarıya ulaşıp 1 Kasım 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından saltanatın kaldırılmasıyla Osmanlı monarşisi tarihe karıştı. 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilan edilmesi ve 3 Mart 1924'te hilafetin kaldırılıp Osmanlı Hanedanı'nın yurt dışına sürgün edilmesinden sonra çağdaş Türkiye'nin oluşumunda önemli yer tutacak olan bir dizi devrim gerçekleştirildi.
Türkiye, başkanlık sistemiyle yönetilen demokratik, laik ve üniter bir anayasal cumhuriyettir.[13][14] Resmî dili, nüfusun %85'inin anadili olan Türkçedir.[15] Ülkenin %70-80'ini Türkler, geriye kalanını Lozan'a göre yasal olarak tanınan (Ermeniler, Rumlar ile Yahudiler) ve yasal olarak tanınmayan Kürtler ve diğer halklar (Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Gürcüler ile Lazlar vb.) oluşturmaktadır.[13][16][17][18] Nüfusunun büyük bölümü Müslümandır.[13] Avrupa Konseyi, NATO, OECD, AGİT ve G-20 topluluklarına üye olan Türkiye, Batı dünyasıyla bütünleşmiştir. 1963'te Avrupa Ekonomik Topluluğu ortak üyesi olmuş, 1995'te AB Gümrük Birliği'ne katılmış ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik müzakerelerine 2005'te başlamıştır.[19] Ülke ayrıca Türk Keneşi, Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlere de üyedir. Günümüzde Türkiye, büyüyen ekonomisi ve diplomatik girişimleri sayesinde bölgesel güç olarak kabul edilmektedir.
submitted by Mamut_Mahmut to KGBTR [link] [comments]


2024.05.05 17:03 ssLoupyy Altyapısız internet önerisi

Merhaba arkadaşlar depremden beri Malatya''da bir köyde kalıyorum. Bir yıl ZTE CAT 6 modemli Superbox kullandım 4 gün sonra taahhütü bitiyor.
Çöp bir internet hiç memnun kalmadım kafasına göre ilk bir kaç ay hızlı sonra yavaşlatıyorlar. Her seferinde güncelleme yaptık düzelir diyorlar aynı bahane. 532'yi arıyoruz telesekretere veriyor internet kotanızın %80'ini kullandığınız için yavaşladı Turkcell uygulamasından ek paket alabilirsiniz diyor, parasını verdiğimiz interneti kullanamıyoruz çok kullandık diye. Zaten 400 Gb da yetmiyor çok oyun indirip film izlediğimizden, bir oyun olmuş 150 Gb sürekli ek paket alıyoruz mecbur. Sınırsız alsak da yoğun kullandığımız için 15 Mbps hiç bir işe yaramaz, şu anki 4.5G paketim ortalama 30-40 Mbps hız veriyor, düşme olmadığı sürece hızı fena değil.
Ayrıca şöyle bir sorunu var, birden fazla cihaz kullanırken hızı çöküyor. Mesela Lol'de ortalama 40-50 ms, yanda başka bir cihazdan indirme başlattığında veya 720p film izlendiğinde ms 100'ü geçiyor yani evde biri Instagram bile kullansa pingden oyun oynanmıyor. Kimse rahat rahat interneti kullanamıyor o yüzden.
Şimdi ekstra ücret ödeyip CAT 12 modemli olanı alsam veya sınırsız 15 Mbps paketini alsam stabil olur mu? Superbox fiyat olarak da berbat daha yeni 400 lira zam yaptılar 500 liraya aldığım paket bu yıl 900 (ek 50 Gb başına da 150 lira), sınırsız da 1500 lira olmuş. CAT 12 modem için de ekstra 100 lira cıvarı bir ücret isteniyor.
Ya da bildiğiniz başka bir alternatifi var mı? Düzgün bir internet bağlayamıyorum altyapı yok diye, altyapı için dilekçe versem bizden başka umursayan ev yok tek bir kişi için de uğraşıp bağlamazlar diyorlar.
Internette baktım data hattı al kendi modemini al öyle kullan diyorlar o da pek fark eder mi bilmiyorum. Kablonet önerenler de var onun da sitesine baktım doğru düzgün bir bilgi verilmemiş. Adresinize uygun bu kampanya var deniyor ama kotası ve hızı belirtilmemiş.
https://www.turksatkablo.com.ttumkampanyalar-detay.aspx?q=aWQ9MTM5NiZiaW5hX2lkPTIwNTkyNzE5MSZkYWlyZV9ubz1JYyBLYXBpKERhaXJlKSZCQks9ODM5MjQ4NTkmc2ViZWtlVHVydUlkPTYmYWRyZXM9S2FoeWFsxLEgTWFoLihNZXJrZXopIEFsbG9sYXIgS8O8bWUgRXZsZXIgSWMgS2FwaShEYWlyZSkgQWvDp2FkYcSfIE1hbGF0eWE%3d-0azPvAhlo6U%3d
submitted by ssLoupyy to AskTurkey [link] [comments]


2024.05.05 17:02 ssLoupyy Altyapısız internet önerisi

Merhaba arkadaşlar depremden beri Malatya''da bir köyde kalıyorum. Bir yıl ZTE CAT 6 modemli Superbox kullandım 4 gün sonra taahhütü bitiyor.
Çöp bir internet hiç memnun kalmadım kafasına göre ilk bir kaç ay hızlı sonra yavaşlatıyorlar. Her seferinde güncelleme yaptık düzelir diyorlar aynı bahane. 532'yi arıyoruz telesekretere veriyor internet kotanızın %80'ini kullandığınız için yavaşladı Turkcell uygulamasından ek paket alabilirsiniz diyor, parasını verdiğimiz interneti kullanamıyoruz çok kullandık diye. Zaten 400 Gb da yetmiyor çok oyun indirip film izlediğimizden, bir oyun olmuş 150 Gb sürekli ek paket alıyoruz mecbur. Sınırsız alsak da yoğun kullandığımız için 15 Mbps hiç bir işe yaramaz, şu anki 4.5G paketim ortalama 30-40 Mbps hız veriyor, düşme olmadığı sürece hızı fena değil.
Ayrıca şöyle bir sorunu var, birden fazla cihaz kullanırken hızı çöküyor. Mesela Lol'de ortalama 40-50 ms, yanda başka bir cihazdan indirme başlattığında veya 720p film izlendiğinde ms 100'ü geçiyor yani evde biri Instagram bile kullansa pingden oyun oynanmıyor. Kimse rahat rahat interneti kullanamıyor o yüzden.
Şimdi ekstra ücret ödeyip CAT 12 modemli olanı alsam veya sınırsız 15 Mbps paketini alsam stabil olur mu? Superbox fiyat olarak da berbat daha yeni 400 lira zam yaptılar 500 liraya aldığım paket bu yıl 900 (ek 50 Gb başına da 150 lira), sınırsız da 1500 lira olmuş. CAT 12 modem için de ekstra 100 lira cıvarı bir ücret isteniyor.
Ya da bildiğiniz başka bir alternatifi var mı? Düzgün bir internet bağlayamıyorum altyapı yok diye, altyapı için dilekçe versem bizden başka umursayan ev yok tek bir kişi için de uğraşıp bağlamazlar diyorlar.
Internette baktım data hattı al kendi modemini al öyle kullan diyorlar o da pek fark eder mi bilmiyorum. Kablonet önerenler de var onun da sitesine baktım doğru düzgün bir bilgi verilmemiş. Adresinize uygun bu kampanya var deniyor ama kotası ve hızı belirtilmemiş.
https://www.turksatkablo.com.ttumkampanyalar-detay.aspx?q=aWQ9MTM5NiZiaW5hX2lkPTIwNTkyNzE5MSZkYWlyZV9ubz1JYyBLYXBpKERhaXJlKSZCQks9ODM5MjQ4NTkmc2ViZWtlVHVydUlkPTYmYWRyZXM9S2FoeWFsxLEgTWFoLihNZXJrZXopIEFsbG9sYXIgS8O8bWUgRXZsZXIgSWMgS2FwaShEYWlyZSkgQWvDp2FkYcSfIE1hbGF0eWE%3d-0azPvAhlo6U%3d
submitted by ssLoupyy to Turkey [link] [comments]


2024.05.03 10:37 ahmertash Ortodoks Kilisesi Takviminde Bugün, 3 Mayıs, Kutsal Cuma (Yeni Takvim/Düzenlenmiş Jülyen Takvimi)

Bir Türk Azîz, Yeni Şehit Azîz Ahmed (Ahmed Kalfa/Hattat Ahmed) (17. YY)

Soyü-dini-mesleği
Yeni Şehit Aziz Ahmet, XVII. yüzyıl ortalarında İstanbul’da doğdu. O, ebeveyni olduğu gibi kendisi de Müslüman’dı.
Meslek olarak defterdarlığın kâtipliğini yapıyor ve Pat-Surunis diye anılırdı. (Arhim. LANGİ Vikt. ORTODOKS KİLİSESİ AZİZLERİN YAŞAM ÖYKÜLERİNİN BÜYÜK YAZARI, Mayıs ayı, (3.), Cilt 5, beşinci baskı, ATİNA 1977, sayfa 99, ve YENİ DİN ŞEHİTLERİNİN YAŞAM ÖYKÜLERİ YAZARI, Mayıs 3. sayfa 509).
Şehit Aziz Ahmet, yukarıdaki kaynakların birincisindeki adı Ahmet’tir. İkinci kaynaktaki adı ise Ahmed kalfadır. (“Ahmed”, Arap dilinde telaffuz edilir). Başka bir kaynağa göre ise, büyük muhasebe defterinin kâtibiydi ve ona başmühür, yani mühür muhafızı da denirdi. (AZİZLERİN YAŞAM ÖYKÜLERİ YAZARI, K. DUKAKİ, Mayıs ayı 3., cilt 5, sayfa 30-31)
Ahmet, Kuran’ın emirlerine uygun olarak evlenmemişti. Fakat, “zevcesi” yerine, Rus kökenli genç bir Hıristiyan Ortodoks cariye tutuyordu. Bu cariye, dinine bağlı bir Hıristiyan’dı. Onun efendisi ve “kocası” ılımlı bir müslümandı. Pazar günleri ve resmî yortularda onun Ortodoksların kilisesine gitmesine izin veriyordu.
(ORTODOKS KİLİSESİ AZİZLERİNİN YAŞAM ÖYKÜLERİ BÜYÜK YAZARINA GÖRE, – yukarıdaki kaynağa bak – Ahmet, evinde, Rus asıllı iki cariye tutuyordu. Genç olanını eş olarak kullanıyor, nasıl olsa evli değildi ki, yaşlı olanı ise hizmetçi. Hizmetçisi olan cariyeye, yortularda, Ortodoksların kilisesine gitmeye izin veriyordu. Bu yaşlı cariye, kiliseden döndüğü vakit, genç cariyeye komünyon ekmeği ve çok defa da kutsal su getiriyordu. Genç cariye, Ahmet’ten hiç çekinmeden komünyon ekmeğini yer ve kutsal suyu da içerdi).
Komünyon ekmeği Ahmet’e misk gibi kokuyordu
Ayinden sonra cariye kiliseden eve döndüğü zaman, çok garip bir biçimde, cariye ile konuşurken cariyenin ağzından tarif edilemez misk kokusu çıktığını hissediyordu. Bu çok güzel koku onu düşündürmüştü. Onun için de ısrarla o kokunun nereden geldiğini öğrenmek için hep soruyordu.
“Bana söyler misin, bazen ne yiyorsun da ağzından misk gibi koku çıkıyor?”.
Cariye de olup bitenden haberi olmadığı için, hiçbir zaman özel kokusu olan bir şeyi yemediğini kendisine söylüyordu. Fakat Ahmet, hiçbir surette buna inanmıyor ve ısrarla bu kokunun nereden geldiğini öğrenmek istiyordu. O güzel koku karakteristik olup her zaman da aynıydı. “Eş”inin ne yediğini bilemediği ve öğrenemediği için sıkıntısı pek büyüktü. Bir gün, bu güzel kokunun, muhakkak kilisede yediği o komünyon ekmeğinden olduğunu anladı ve ona açıkça şöyle diyerek açıkladı:
“Benim yediğim ve sen de, biz birbirimizle konuşurken onun güzel kokusunu hissettiğin şey, Hıristiyanların kilisesinde ayin bittikten sonra yediğim komünyon ekmeğidir.
Komünyon ekmeği, İsa Mesih tarafından kutsanmış ekmektir. O ekmeği de, komünyon ayini bittiği vakit onu Patrik veya papazlar dindarlara dağıtmaktadırlar. Sana şunu da açıklamam gerekir ki, komünyon ekmeğinden sonra – çok defa – kutsanmış su da içiyorum”.
“Bu garip şey, olamaz, diye cevap verir. Ben senin dediklerine inanmıyorum. Böyle bir mucize nasıl meydana gelebilir?”.
“Genç cariye de ona cevap veriyor ve diyor ki: Dinimiz canlı bir dindir. Biz Hıristiyanlar için, Tanrı’mız İsa Mesih’tir. O Allah’ın Oğlu’dur. O, bizi günahtan kurtarmak için insan oldu ve gökyüzünden yere inmiştir. O, bu dünyada yaşadığı zamanda, sayılamayacak kadar mucizeler yapmıştır. Bilmek ve aklında da tutmak istersen, bunların en önemlisi, bizi sevdiğinden Yahudiler tarafından çarmıha gerildi ve üçüncü günü de yeniden dirildi. İsa Mesih’in yeniden dirilişi, insanlık tarihinde en önemli olaydır. Biz Ortodoks Hıristiyanlarda, İsa Mesih’in gücüyle, mucizeler bugün de devam etmektedirler. İsa Mesih’imizde her şey mümkündür.
Bu komünyon ekmeğindeki tespit ettiğin mucizeye ekleyeceğim şu basit ve net şey de var.
Kilisede çok defa içtiğimiz su – sana garip görünecek – ama o su kutsanmış sudur. Yani bozulmaz, kokuşmaz, ne kadar sene üzerinden geçse de. Kutsanmış su dediğimiz bu su, Patrik veya papazların okudukları dualarla böyle bir özelliğe sahip oluyor. Hem de onu küçük şişeler içinde – takdis için – evlerimizin ikona dolabında tutuyoruz. Uygun olarak onun için hazırlandığımızda da ondan içiyoruz. Bunu da ruhlarımızın ve bedenimizin temizlenmesi için yapıyoruz. Eğer istersen, bu mucizeyi araştırabilir ve görebilirsin. Bu, inancımızın daha bir canlı mucizesidir. Hele de biz sade insanlar için. Bu söylediklerimden ötürü beni affedin efendim. Ancak şu kadar uzun zaman ısrar ettiğin için birkaç söz fazla söyledim. İnan bana, dinlerken gösterdiğin ilgiden dolayı etkilendim. Senin inancını değiştirmek için bunları söylemedim”.
Ahmet bunların hepsini işitir işitmez şaşakaldı. “Dininizde böyle şeyler oluyor mu? Samimi olarak söylüyorum, ben bunları anlayamıyorum”, dedi ve oradan uzaklaştı.
Hıristiyan “aile”sinden işittiklerinin üzerinden günler geçti ve o duyduklarını hep düşündü.
“Acaba bu dediklerinin tümü doğru mudur?”, diye kendi kendine konuşuyordu. “Ama, eğer ben bu işi incelemezsem gerçeği nasıl anlayacağım?”. Duyduklarıma göre, Hıristiyanların dininin ispatları vardır. Bunları araştırıp bulmağa çalışacağım. Allah’ım bana güç ve cesaret ver. Gâvurun kızı, eğer bana yalan söylüyorsan, vay hâlime”. Cariye “eş”ine büyük gizli kararını bir gün açıklamaya karar verdi. “Günler evvel bana söylediğin bu garip olayları inceleyip incelememem gerektiğinin mücadelesini çok yaptım, dedi. Evet, şimdi sana açıklıyorum, bir Pazar günü veya bir yortuda, ayini takip için kiliseye gitmem gerekecek”.
“Efendim, senin bu kararın bana sevinç kaynağı oluyor. Ben seni gerektiği gibi hazırlayacağım”, diye genç cariye cevap verdi. Bu arada gözlerinden yaşlar da akıyordu. Böylece, bir Pazar günü, Hıristiyanların giyindiği gibi giyindi, büyük bir heyecan ve korunma ile, diğer dindaşları tarafından fark edilmemek için, dinî ayini takip etmek için Patrikhanedeki Hıristiyanların kilisesine gitti.
Hristiyanların “başları”nın aydınlanması
Her şeyi bilen ve gören, şefkatli ve merhametli Allah, ki insan ruhlarının derinliklerindekilerini bilir, birinci mucizede Ahmet’in masum niyetini görünce ikinci bir mucize de ekledi. Ve böylece de, Ahmet’i “gerçeği idrak etme”ye yönlendirdi, (A Timotheos, b 4).
Kilisedeki dinî ayini, hayranlıkla ve birçok tereddütle takip ederken, Mihrap Kapısına doğru giden papazı bir an gördü. O papaz, Kilise tabanının üzerine yükseltilmiş ve etrafı da tamamen ışıklı. Patrikten ise, her takdis ettiği Hıristiyan’ın başına doğru ışınların yayıldığını gördü.
Ancak, onu gerçekten sarsan şey, ışınların sadece Hıristiyanların başlarını aydınlatmış olup kendi başına hiçbir ışının gelmemiş olmasıdır. Bu, birkaç defa meydana gelmiş olmasına rağmen, heyecan ve korkuyla tespit ettiği sonuç aynıydı.
“Eş”inin dini hakkında duydukları hemen aklına gelmeye başladı.
“Gerçekten de haklıydı, diye düşündü. Hıristiyanların dini canlıdır. Şimdi hissettiğim sevinç ne büyüktür!”.
Kiliseden çıkarken, gördüğü harika olaylardan dolayı o kadar sarsılmıştı ki, eski Ahmet olmadığını sanıyordu.
Ahmet tövbe edip vaftiz oluyor
Bu kerametlerden sonra Ahmet, gördüklerinden ötürü kendinden geçmiş olduğu bir hâlde, İslâm dininden vazgeçip İsa Mesih’e inanması için başka ispat istemiyordu.
Yüzü sevinçten parlıyor bir durumda, biraz da kafası karışmış hâlde, hemen evine döndü. Hıristiyan olan cariyeden hiç sorulmadan, dedi:
“Haklıymışsın! Hıristiyan dini gerçek bir dindir! O canlı bir dindir. Bugün gördüklerimle adamakıllı sarsıldım!”.
Duygulanmış bir vaziyette, ayin esnasında gördüklerini cariyeye anlattı ve onun da Hıristiyan olması için kendisine yardım etmesini istedi.
“Daha fazla karanlıkta kalmak istemiyorum”, diye devam etti. “Gerçek ışığı gördüm! Bana söylediklerine inanıyorum! İsa Mesih’e inanıyorum! Sen’in yanına gelebilmem için bana yardım et İsa Mesih’im! Tövbe ediyorum! İsa Mesih’im, bana şefaat et! Bana göstermiş olduklarına, kalbimin derinliklerinden sana şükranlarımı sunuyorum!”.
Cariye de, “efendim, hiçbir şey için canını sıkma. Gördüğün gibi, Allah sana özel bir sevgi gösterdi. İyi kalpli bir insan olduğun için sana kendini bildirdi. Harika bir usulle seni aydınlattı. Allah’tan ne istersen duanda dile. İman et ve ne istersen olacaktır. Ben, gerçek Allah’ın gücüyle, Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh’un yardımıyla sana elimden geldiğince yardım edeceğim!”. Gökyüzüne doğru bakarak ve ellerini kaldırıp dedi:
“Allah’ım! Efendime karşı gösterdiğin sevgiden dolayı sana şükanlarımı sunmayı bir borç bilirim! Sen’in kutsal ismin adına, ona şefaat et ve onun imanını kuvvetlendir! Allah’ım, benim göz yaşlarımı kabul et ve ben günahkâr kulunu affet! Meryem anam, Tanrı’nın ve âlemin annesi, efendimin kurtuluşu için, sen, insan sevgisiyle dolu olan Oğlu’nla eşimin arasında aracı ol!”.
Ahmet, gerçekten de samimi bir biçimde tövbe etmişti. Günden güne, Hıristiyan olan eşinin de yardımıyla, yeniden dirilmiş olan İsa Mesih’e karşı sarsılmaz bir imana sahip oldu. Artık yakıcı arzusu bir Hıristiyan olmaktı. Vaftiz olmak istiyordu. Patrikhanenin kilisesine gittiği vakit, başının aydınlatılmasını istiyordu. Aynen diğer Hıristiyanların başı aydınlatıldığı gibi. Her ayin esnasında, Patrik oradaki cemaati takdis ederken, Patriğin parmaklarından parıldayan o ilâhi ışıkla aydınlanmak istiyordu.
Böylece bir gün, o bahtiyar kişi, hiçbir tereddütte bulunmdan, sevinç dolu bir hâlde, o bölgenin papazına gitti ve vaftiz olmak istediğini kendisine söyledi.
Papaz, Hristiyan olma isteğindeki samimiyetini ve sarsılmaz kararını gördükten sonra, onu irşat etti ve Kutsal Teslis adına onu vaftiz yaptı. Vaftiz olduktan sonra, erdemli bir hayat yaşadı. Özel bir sevinçle de komünyon alıyor, kutsanmış sudan içiyor ve komünyon ekmeği yiyordu.
Maalesef, vaftiz esnasında, kendisine hangi Hıristiyan ismin verildiği bilinmemektedir. Bir defa, yeniden doğuşundan sonra, daha önceleri Müslüman olup sonra da yeni Hıristiyan olmuş olan Ahmet, Allah ona inayet edip doğru yola ilettiği için hep duada bulunuyordu. İbadet ederken, kiliseye, Patrikhane kilisesine bir yabancı dinden ve kirli biri olarak gittiği o mübarek günde, aklı hep gördüğü keramet ve mucizelerde dolaşıyordu. Vaftiz edilişinden sonra samimi bir Hıristiyan gibi yaşamış olmasına rağmen ve gizemli bir hayat sürmüş olduğu hâlde, şehit edilişine kadar gizli bir Hıristiyan olarak kaldı. Bugüne kadar, Hıristiyan adının bilinemiyor oluşunun sebebi de – bize göre – bu olsa gerek. Bu olayı çok az kişi biliyordu. Papaz, Hıristiyan cariyesi ve belki de sayılı papaz ve Hıristiyanlar biliyorlardı.
İsa Mesih’in Allâh sıfatını kabul ediyor
Son derece bahtiyar ve “İsa Mesih yanında görünme” arzusuyla yanıp tutuşmuş olan Aziz Ahmet, hayatın bütün hoş ve iyi şeylerini, “toprak gibi, duman gibi ve gölge gibi” görüyordu”.
Şehitliğin ilâhi aşkı, onun kalbini yakıp kavuruyordu. İsa Mesih’e olan sevgisi ve şehitliğin gizemli çekiciliği, onda yenilmez bir güçtü. İsa Mesih ateşli aşığıydı. Kurtarıcı İsa Mesih ile birlikte, kutsal er meydanında ölmeyi arzu ediyordu. Yukarı Kudüs’ü arzuluyor ve insanı seven Kurtarıcısı ile karşılaşmayı çok istiyordu. Azap dolu yolculuğunun kerameti, “sevgiyle icra edilen” (Galatas, V, 6), imana bağlıydı. Hiç günahı olmayan İsa Mesih’in çarmıha gerilip can vermesi, onu adamakıllı sarsmıştı. Eski dinini yeni, gerçek, diniyle mukayese ettiği zaman, aklı bulanıyordu. Büyük üzüntü ve sıkıntı kendisini sarıyordu. Çünkü o, Müslüman aileden dünyaya gelmişti. Ancak, derhal kendine geliyor, sevinç gözyaşları ve minnetle İsa Mesih’e hamdüsena ediyordu. Çünkü İsa Mesih onu, İsa Mesih düşmanı olan Muhammet’in o belirlenemeyen dininden almıştı. Fedakârlık ve kurban olmada, mümkün olduğunca, kurtarıcısı olan İsa Mesih’i taklit etmek istiyordu. Onu işkence korkutmuyordu. Daha evvelki dindaşlarına gerçeği söyleme arzusu vardı. Sonra da onu ister öldürsünler. Gür sesle bağırmak istiyordu, İsa Mesih Allah’tır diye. Yaşayan Allah’ın Oğlu, yol, gerçek ve hayat. İsa Mesih’ten uzak yerde barış ve kurtuluş yoktur.
Ve işte! Mübarek bir günde, Ahmet için büyük işkence saati geldi yanaştı. Bir toplantıda,İstanbul’un Müslüman kodamanları, “dünyada hangi şeyin en büyük şey olduğunu” tartışırlarken, Ahmet’e de sordular. Ahmet’in de o toplantıda yer almış olması, sıradan bir Türk Müslüman’ı olmadığının kanıtıdır ve bunu böyle kabul etmemiz gerekir. O, zengin ve seçkin bir kişiydi. O, İstanbul toplumunun seçkin bir ferdiydi. Nitekim, fikrinin sorulmuş olması da, bunun öneminin altını çiziyor demektir. Yani cevabı dikkate alınacak cinstendi. Ancak, onun din değiştirmiş olup başka bir bakış açısından onlara baktığını nasıl bilebilirlerdi ki?
O, onların sorusunu işitir işitmez, hemen cevap vermedi. Bunu da, hemen o anda, “İsa Mesih’imi reddetmem gerekecek, oysa İsa Mesih’imi o kadar seviyorum ki. Bedenim de tehlikeye girmesin. Medenî bir cesaretle İsa Mesih’e olan imanımı ikrar edeyim ve işkencenin çekilmez acılarına sabredeyim”, gibi düşünceler o anda aklından aniden geçiverdiler.
Allah’ı seven şehit, hiçbir tereddüt etmeden, insan düşmanı olan şeytanın tuzağını yerle bir etti. “Hayır, ben hain olmayacağım, dedi içinden. Ben, Yahuda olmayacağım”. Artık kalbi kendisine ait değildi. Onun kalbi artık İsa Mesih’e aitti. O, bizim kurtuluşumuz için haksız yere çarmıha gerildi.
Yanında olanlardan hiçbiri onun Hıristiyan olduğunu bilmemelerine rağmen, o, sesinin çıktığı kadar şöyle bağırdı:
“Bütün inançların en büyüğü, Hıristiyanların inancıdır”.
Hıristiyan olduğunu itiraf edince, önceki dindaşları, yıldırım tarafından çarpılmış hâle geldiler. Artık hiçbir korku ve endişe etmeden, Müslüman’ların yalan ve hatalarını kontrol etmeye başladı. Kral isim “Hıristiyan” itirafı, İsa Mesih’in tek kilisesine iman ve tüm dogmalarına ölümüne kadar sebat etmesi anlamı taşımaktaydı.
Muzaffer Yeni Şehit, Müslümanlık yanılgısının üzerine saldırdı. Bunu yaparken de, Müslüman’ların öldürücü öfkesini üzerine çekeceğinden emindi. Birinci ve mükemmel bir isim olan “Hıristiyan”, inanç şehitlerinin şanı, kana susamış olan İsa Mesih düşmanlarını çileden çıkardı. Onlar da, oradaki yerel idarecinin emriyle, onu önce tutukladılar, kendisine işkence ettiler ve sonra da, Keaphane Bahçe denilen yerde, 3 Mayıs 1682’de başını kestiler.
Böylece, muzaffer bir savaş marşı ile, “ ben Hıristiyan’ım”, diyerek, kendini kurban etti. İşkence sonucu kendi döktüğü kanını da, Cennetin anahtarı olarak gördü.
Kurtarıcı İsa Mesih’e, mübarek kanını, çekilmez olan acılarını, hazin ölümünü ve başının kesilişini kutsal bir emanet olarak sundu. Böylece de, “hiç solmayan şanlı taca” (A! Petros, V, 4), sahip olarak gökyüzü odalarına girdi.
İtirafçı ve yeni Şehit Ahmet, Allah’ın inayetiyle, azap dolu “dövizlerle”, hiç yıpranmayan bir elbiseye sahip oldu, gökyüzü tacını giydi, inancımızın Yeni Şehitlerine ve şanlı meleklerin safına katıldı.
Ahmet’in kendi rızasıyla kurban edilişi, o kara esir yıllarında, Elen Ortodoks milletine yapılmış büyük bir ikramdı. Hiç şüphe yok ki, onun kurban edilişi, dinde biraz zayıf imanlı olan birçok esir Hıritiyan insanın din değiştirip Müslüman olmasını engelledi. Bunun aksine olarak, düşünce ve yaşam tarzı değişikliğiyle, diğer Müslümanların da Hıristiyan saflarına katılma eğilimini sağladı. Bunu sadece Allah bilir. Bizim bildiğimiz şey, her zaman, örneğin olumlu bir etki yaptığıdır. Tabi, işkenceden ölenlerin listesinde isimleri yazılı değildir. Fakat, hayat kitabında muhakkak yazılıdırlar.
Onun şahadetini anonim-adsız-isimsiz biri yazdı ve Aynaroz’lu Aziz Nikodimos tarafından muhafaza edildi. “Neon Martirologion- Yeni Şehitler Kitabı” adlı eserinde de yazıldı.
Aziz Yeni Şehit Ahmet,in ismi, İoannis Theologos’un, Theodoritos’un Kutsal Vahiy Kitabı’nda da geçer (baskı yılı 1800, sayfa 7). Bunun yanında, İera Moni Dimiovis Kalamatas, manastırındaki el yazmalı eserde de adı geçmektedir. Bir de, Vissarionas Striftompolas’ın notlarında da ismine rastlamaktayız. Aziz Ahmet’in şahadeti 3 Mayıs olarak tescil edilmiştir. Ancak, anısının 24 Aralıkta kutlandığı, (Aralık Ayı Günlük Dualar-İbadetler Kitabı)’nda yazılıdır. Bununla da, Aziz Ahmet’in 3 Mayıs tarihinde şehit olduğu yazılıdır.
Komünyon ekmeği hakkında ek
Herkes komünyon almağa hazır olmadığı ve bunun için de görüldüğü gibi komünyon ekmeği çaresi bulundu. Kutsal komünyon alamayanlar, kutsanmak için papazdan komünyon ekmeği alabilsinler diye.
Komünyon ekmeği gerçekten de kutsanmış ekmektir. Aziz Germanos’a göre, Meryem ana karnı hükmünde ve Allah’a ikram edildiği içindir.
Çünkü, Meryem anadan nasıl ki bir mükemmel insan, Allah’ın kuzusu (İsa Mesih) dünyaya geldiyse, böylece de, komünyon ekmeği olarak ikram edilenden de ayin esnasında gizlice kutsanmış Kuzu oluyor.
Komünyon ekmeği, yukarıya doğru sunulan parçalardır diyor Aziz Nikolaos.
Hıristiyanlar, komünyon ekmeğinden kutsanmaları için, ayinin bitimine kadar kilisede durmaları gerekir.
Nitekim, Aziz Germanos bununla alâkalı diyor ki:
“Hristiyanlarda, Meryem Ananın bedeni mesabesindeki kutsanmış ekmek dağıtımından ve diğer nimetlerin verilişi, manevi kutsama ve komünyon oluyor, öyle inanılıyor”.
Kaynak

Mısır’daki Antinoe’nin Şehitleri Okuyucu Timothy ve Eşi Azize Maura (286)

Bu iki kutsal şehit karı-kocaydılar. Diocletianus’un zulmü sırasında Vali Arian, Timothy’den dini kitaplarını teslim etmesini istedi (O zamanlar bu kitaplar enderdi ve koruması için bir okuyucu olarak ona emanet edilmişlerdi). Timothy bunun bir babanın çocuklarını ölüme terk etmesinden farksız olduğunu söyleyerek bu talebi reddetti. Acımasızca işkence edilse de boyun eğmeye yanaşmadı. Vali de bunun üzerine, putlara boyun eğmeye ikna eder umuduyla Timothy’nin karısını çağırdı, ne var ki Maura da kocası gibi kendini iyi bir Hıristiyan olmaya adamıştı. Karı-koca sırayla türlü işkencelere maruz kaldılar ve sonunda birbirlerine bakacak şekilde çarmıha gerildiler. Birbirlerini sonuna dek dayanmaları için yüreklendirerek dokuz gün boyunca asılı kaldıktan sonra da kutlu bir sonda buluştular. Şehitlik tacını giydiklerinde henüz bir aydan daha az bir süredir evliydiler.,
Kaynak

Kiev Mağaralar Manastırı’nın Baş Keşişi ve Rusya’daki Senobitik Manastır Hayatının Kurucusu Aziz Teodosius (1074)

Azîz Pederimiz Teodosius 1009’da doğdu ve Kiev’den uzak olmayan Kursk’ta büyüdü. Küçük yaşından itibaren bir yetişkin olgunluğuna sahipti, çocukların oynadığı oyunlardan uzak durarak ve yoksul giysilerden başka bir şey giymeyi reddederek büyüdü. On üç yaşındayken babasını kaybedince öncekinden daha mütevazı bir hayat sürmeye ve serflerle birlikte tarlada çalışmaya başladı. Kievli Aziz Anthony’nin çabalarını duyunca gizlice onu ziyarete gitti ve öğrencisi olarak kabul edildi. Aziz Anthony’nin öğrencisi olarak yirmi dört yaşında başını kazıttı, 1057’de Kiev Mağaralar Manastırı’nın baş keşişi olarak seçildi, Aziz Anthony’nin önerisiyle de geri kalan ömrünü münzevi olarak geçirdi. Rusya’ya Konstantinopolis’teki Stoudios’un senobitik (kominal) manastır düzenini getiren oydu, onun önderliğinde birçok keşiş kutsallığa erişme fırsatı buldu ve manastır yaşamı hızla yaygınlaştı. Kiev Büyük Knezi I. Svyatoslav büyük erkek kardeşi dindar Prens Isyaslav’ı sürgüne gönderip onun yerine Chernigov’u tahta geçirince Aziz Teodosius korkusuzca bu karara karşı çıktı ve tavrını sürgünle tehdit edilse dahi korudu. 3 Mayıs 1074’te 65 yaşındayken hayata veda etti. (Büyük Horologion)
Kaynak

Kutsal Cuma Sabah Duaları için: Kaynak

Kutsal ve Büyük Cuma Akşamı Ayini: Kaynak

Günlük Okumalar

submitted by ahmertash to HristiyanTurkler [link] [comments]


2024.05.02 19:35 MekhaDuk Fikrimizin rehberi kitabından. İş bankasının kuruluş hikayesi

Fikrimizin rehberi kitabından. İş bankasının kuruluş hikayesi

https://preview.redd.it/vgujxp3tt1yc1.jpg?width=810&format=pjpg&auto=webp&s=6ce2f2f6faf1029b7235391d99f89162c05f68db
İş Bankası, “Türkler bankacılık yapamaz” yargısının egemen olduğu bir dönemde ve son derece güç ekonomik ve toplumsal koşullarda “mütevazı” bir sermaye ile kuruldu. Kısa sürede yalnızca Türklerin bankacılık yapabileceğini kanıtlamakla kalmadı, ülkenin ekonomik inşaasına aktif bir biçimde katılarak yeni Türkiye’nin oluşumuna katkıda bulundu. Çağdaş bankacılığın ülkemizde kurulup gelişmesinde adeta bir laboratuvar rolü oynadı. İlkeler ve ilkler açısından bakıldığında da; ‘sermayesi tamamen millî’, ‘memurları tamamen Türk’ bir banka olduğunu görmekteyiz. Bankanın ilk kuruluş sermayesinin nasıl sağlandığı konusunu en iyi bilen kişiden, cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’tan dinleyelim: Mücadeleye yardım amacıyla Hindistan’dan (Atatürk’ün) şahsına yekûnu takriben 500-600 bin lira kadar tutan bir para gönderilmişti. O, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruzdan önce mâliyenin karşılayamadığı bazı hususi masraflar için Batı Cephesi Komutanlığı emrine verilmişti. Zaferden sonra, 500 bin liranın 380 küsur bin lirası, icra Vekilleri Heyeti kararıyla kendisine iade olunmuştu. Atatürk, bu paranın memleket hesabına en hayırlı, en faydalı şekilde nasıl ve nerede kullanılabileceğini düşünüyordu; bu sırada kendisine bir millî bankanın kurulması zaruretinden bahsedilmiştir; zaten o da yabancı mali müesseselerin, bu arada bilhassa Osmanlı Bankası’nın, hazine ile yakından alakası olmasına rağmen, Cumhuriyet hükümetine karşı takındığı mütehakkim tavırdan teessür duymakta, böyle bir millî müesseseye olan ihtiyacı çok derinden hissetmekteydi. Bu nedenle derhal kararını verdi; elindeki paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak bu işe tahsis etti

Hindistan’dan gelen para yardımı tam tamına 81 bin İngiliz lirası ya da bunun karşılığı olan 499.970 Osmanlı lirasıydı. Bankanın dokuz yıl genel müdürlüğünü yapmış olan Celal Bayar iki ayrı tarihte kuruluş öyküsünü anlatmıştır. İlki 1982 yılındadır ve kuruluşun sermayesine dönük soruya karşılık verdiği yanıt: Ben onu esasında bilmem. Fakat Hint Müslümanları Millî Mücadele’de Atatürk’ün şahsına para göndermişlerdi. Bu paralar ordumuza sarf edilmişti. Belki bu para da o paralardandır. Ama ben böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmedim. Böyle bir şeyi Atatürk’ün aleyhinde olanlar da yaymak isterler. Fakat bildiğim çok önemli bir konu vardır: Atatürk bu paradan aldığı temettüyü hiçbir zaman şahsına
bir kuruş bile kullanmamıştır. Hep üzerine hisse senedi istemiştir. Temettüyü hisse senedine çevirmiştir. Bu para böylece çoğalıp yükselmiştir. Onunla Dil ve Tarih Kurumu’nu kurmuştur, oraya sermaye olarak vermiştir. Celal Bayar banka kurma düşüncesinin kökenini de şöyle anlatıyor: … Atatürk’ün o vakitler kayınpederi olan, İzmir’in bilinen ailelerinden ve tek diyebilirim, Avrupa’yı da ticari münasebette en çok bilen Uşakizade Muammer Bey bana geldi. Muammer Bey o vakitler Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın babasıdır. ‘Atatürk’ün elinde biraz para vardır. Bu paranın yekûnu 250.000 liradır. Bunu işletmek istiyoruz. Ben Atatürk’le görüştüm, beni size gönderdi. Ne şekilde bunları işletebiliriz, git Celal’le görüş ondan sonra karar veririz dedi. Sizin mütalaanızı almaya geldim’ dedi Muammer Bey. Ben durumu anladım. Atatürk’ün Osmanlı Bankası’nda böyle bir parasının olduğunu bilmiyordum. Osmanlı Bankası hiç mevduat faizi vermeden senelerce bu parayı kullanıyormuş. Muammer Bey tüccar tabii. Atatürk’e bunu işletelim demiş olmalı ki, karar vermişler, netice olarak da bana göndermişler. Ben Muammer Bey’e ne düşündüğünü sordum. Muammer bey bana, ‘Bir ithalat-ihracat şirketi tesis ettirmeyi düşünüyoruz’ dedi. Ben, bizde yapabilecek şahıs ve şahsiyetler yok gibidir. İzmir’de bile sizin firmanızdan başka bir firma yoktur, dedim. Muammer bey, ‘Evet, biz de bu noksanlığı ortadan kaldırmak ve tamamlamak için böyle düşünmüştük’ dedi. Ben o zaman Muammer Bey’e memleketin iktisadiyatının gerçek evlatlarının eline geçebilmesi için gereken her şeyi yapmak zorundayız. Bu millî bir vazifedir. Ama ondan daha mühim bir vazife vardır. Atatürk’ün isminin karışacağı menfaat getiren müessese böyle olmamalıdır. Evvelemirde daha geniş olarak kamu menfaati olmalıdır. Mesela kredi meselesi bir kamu menfaati meselesidir. Atatürk bunu yapar, kendisi de istifade eder, millet de istifade eder. Ve ondan sonra her ihracatçı, ithalatçı, ticaret ve sanayi kısımları bu teşebbüsten istifade ederler; menfaati bütün memlekete şamil olur. Atatürk’ün isminin karışacağı müessese ancak böyle bir müessese olur dedim. Demek oluyor ki onları bu istikamete ben sevk etmiş oluyorum.
Bankanın ‘isim babası’ konusunu da 1982 yılında şöyle anlatır Bayar: Hasan Saka buldu bu ismi zannediyorum. İki isim vardı: Bir İş Bankası, bir de Banque d’Affaires de Turquie diye Fransızca ismi söylediler. Bayar 1984 yılında bir başka söyleşide de şunu söyler: Hasan Saka Maliye vekili idi. Bu ismi onlar buldu. Onlar İş Bankası dediler. Yani İş Bankası ismi benim değil. Atatürk’ün Bayar’ı davet ederek görevi kendisine verişini de şöyle anlatıyor: Kapısından içeri girerken Atatürk bana, ‘Gel bakalım, bir banka kursak nasıl olur?’ dedi… Sordu bana, ‘Bu iş sana heyecan verir mi? Sever misin bu işi?’ dedi. Evet severim, bu iş bana heyecan verir, dedim. Atatürk bu kez bana yeniden sordu. ‘Sen şimdi bu işi üzerine alıyor musun?’ dedi. Evet, alıyorum, dedim. ‘O zaman vekilliği de icap ederse mebusluğu da bırakacaksın’ dedi. Tabii, vekilliği bırakırım. Vekillikle banka müdürlüğü bir arada yürümez, dedim. Benim bu feragatimi görünce Atatürk duygulandı, gözlerinden yaş geldi. Çok mütehassıs oldu. Ben şimdi bunun manasını daha da açabilirim. Bu zamanda birbirlerinin gözünü ‘Sen olmayacaksın, vekil ben olacağım’ diye çıkarıyorlarsa; o zaman da öyleydi. Ama ben o zaman vekilliği de bırakırım, icap ediyorsa mebusluğu da bırakırım demiştim; bu işin olması için. Atatürk bu cevabımdan sonra ‘O halde bu iş oldu’ dedi. Ve şu vecizeyi kullandı: ‘Zekâ, dikkat ve iffet! Her şey için muvaffakiyet amilidir. Merak etme muvaffak olacaksın’ dedi.”] Bankaya verilen ismin Atatürk tarafından önerilmiş olduğu konusunda bir tereddüdü olmadığını belirten yine Celal Bayar’dır. Tüm öykü ilk genel müdürün anılarından böyle anlatılmış. Yalnız bir küçük bellek yanılması var; Hasan Saka o dönemde ‘maliye’ değil ‘ticaret bakanıdır’.
Cumhuriyet hükümetinin genel iktisadi hedefinin Türkiye’de insan yaşamının maddi koşullarını sürekli olarak iyileştirmek ve bu iyileştirmeden nüfusun daha geniş bölümlerinin yararlanmasını sağlamak olduğu söylenebilir. 1923 sonrasının bütün dönemine damgasını vuran, devletin yukarıdan toplumu sanayileşmeye zorlama çabalarıdır. Farklı iç ve dış konjonktürlerin etkisi ile kullanılan araçlar değişse de, bu özellik hiç değişmez: Devlet eli ile sanayileşme. Cumhuriyet’in birinci ana hedefi Türkiye’nin sanayileşmesini hızlandırmaktı denebilir. Kemalist yöneticiler ülkede oluşmuş olan mamul mallarla ilgili iç pazarı koruyucu bir gümrük politikası ile yurtiçi sanayi üretimine tahsis etmek, sanayi kesimindeki sermaye birikimini birtakım doğrudan desteklemelerle hızlandırmak kararındaydı. Başlangıçta vurgulanan alt sektörler, şeker, tekstil, çimento gibi ithal ikamesine elverişli ve hammaddesi Türkiye’de üretilen ya da kolayca üretilebilecek olan sektörlerdi. Ancak demir-çelik sanayiinin kurulması konusunda daha 19251926 yıllarında yoğunlaşan istekler, sanayi yapısının farklılaştırılarak geliştirilmesi yönünde bir politika eğiliminin varolduğunu da göstermekteydi. Hükümetin sanayileşme politikası 1930’larda çok daha açık seçik programlara dayalı hale geldi, hedefleri giderek daha belirginleşti. Yönetici kadronun bir başka ana hedefi, tarımsal üretimin hızla artmasını sağlamaktı. Bu hem tarımda yaşayan nüfusun yaşam düzeyini iyileştirmek hem de tarımın Türkiye’deki sanayi sektörünün ve altyapı sermayesinin geliştirilmesine katkısını büyütmek için istenmekteydi. Liderler ülkenin arazi varlığının eksik ve etkililiği az yöntemlerle kullanılmakta olduğunun, tarımsal emeğin etkililiğini ve verimliliğini arttırmak için önemli bir potansiyel bulunduğunun farkındaydı. Ancak Kemalistlerin tarımsal gelişme konusunda ele gelir bir eylem programı yoktu. Türkiye’deki ulaştırma altyapısının geliştirilmesi de Kemalist kadronun önemli bir iktisadi hedefiydi. Bankacılık sisteminin geliştirilmesi de vurgulanmaktaydı. Ulaştırma ve bankacılık sistemlerinin geliştirilmesi iç piyasanın büyütülmesi ve böylece sanayi ve tarım üretiminin uygulamasının önemli bir aracı sayılmaktaydı. Hükümet kadrolarının gelir dağılımıyla ilgili politika hedeflerinin görüşlerinin belirgin olduğunu söylemek zordur. Bu konuyla en çok ilgili gibi görünen, kamu eğitim ve sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesine genel olarak önem vermeleridir.
Atatürk’ün ekonomi politikası, hiç kuşkusuz, yüceltilmesi için ömrünü ve her şeyini verdiği Türk ulusunun büyük ihtiyaçlarından doğmuştur. Ama o, her alanda olduğu gibi, ekonomi alanında da ulusunun büyük ihtiyaçlarına en kısa sürede en etkin biçimde cevap verecek ve ekonomimizi yönetenlere uzun yıllar ışık tutacak bir ekonomik kalkınma doktrin ve modelini yaratmış, bu modeli uzun yıllar uygulatmış, pek çok engeli aşarak büyük sonuçlar elde etmiştir. “Demokratik düzen içinde dengeli ve hızlı bir planlı karma ekonomi” düzeni olarak tanımlayabileceğimiz bu kalkınma modeli, günümüz büyük iktisatçıları tarafından geri kalmış ülkelere önemle tavsiye olunmaktadır. Bu kalkınma stratejisi, dünya iktisatçıları tarafından ancak İkinci Dünya Savaşı sonunda ve özellikle 1960’larda geri kalmış ülkelerde uygulamaya konabilmiştir.
Devletçilik… 1930 Sonrası Mustafa Kemal’in karakterini, devlet anlayışını, felsefesini hangi değişkenle açıklayabiliriz? Tam bağımsızlık anlayışıyla. Çankaya Köşkü hakkında Vakit gazetesi muhabirine [1 Mart 1922] demeç verirken bu konuda ne denli duyarlı olduğunu şöyle belirtir: “Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olursa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık uygulaması zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar karşısındakine aynı şekilde muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”[66] O’na göre ekonomide bağımsız değilseniz, tam bağımsızlıktan söz edemezsiniz. Çünkü Osmanlı’nın çöküş nedenlerini analiz ederken dış borçlar konusunda Söylev’inde altını çizdiği konuyu bir kez daha anımsayalım: “Osmanlı devletini yönetenler o kadar borçlandılar ki, o kadar elverişsiz koşullar içinde borç aldılar ki, bunların faizlerini ödeyemez oldular. En sonunda bir gün geldi, Osmanlı devletinin sıfırı tükettiğine hükmettiler. Akçalı işlerini denetlemeye giriştiler. Böylece başımıza Düyun-u Umumiye’ denilen bela çökmüş oldu…”
https://preview.redd.it/quwxkxd4u1yc1.jpg?width=644&format=pjpg&auto=webp&s=0f9d51a5301e87614fb3df71a78b1c346a281ccf


İşte Kemalizme özgü ekonomi modeli yaratılışının altında yatan en önemli etken budur. Kadro Dergisi’nde Vedat Nedim Tör “Müstemleke İktisadiyatından Millet İktisadiyatına ” başlıklı yazısında, “Tarih müstemleke iktisadiyatından millet iktisadiyatına geçmenin ilk örneğini Türkiye’den, millî kurtuluş hareketinin ileri mümessilinden bekliyor… Türkiye’nin iktisat siyaseti de ‘Yeni’ ve ‘orijinal’ olmak mecburiyetindedir…. Türkiye’nin İktisadî talihinin mimarı, gerek Türkiye, gerek cihan iktisadiyatının her gün değişen şartlarını, adım adım kollayan bir iktisat devleti olacaktır.” Recep Peker, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 yılı programında yeni uygulanacak olan devletçilik’i, “…Biz ticareti, faaliyetlerini serbest tutmakla beraber yapılması lazım olan işlerden serbest girişimcilerin başaramayacaklarını ya da kişisel girişimciye bırakılmakta sakıncalı gördüklerimizi devlete yaptırmak yolunu takip ediyoruz. Bununla beraber fertlerin ve şirketlerin yapabilecekleri işlerde onları semereli ve başarılı olarak çalışabilecekleri koşulları tanzim etmeği de devletin görevi sayıyoruz. Programımızın iktisat kısmında hakim olan devletçilik ruhu bütün bu bakış açılarını tespit ediyor,” şeklinde açıklıyordu.[68] Anımsanacağı gibi İzmir İktisat Kongresinin ana ilkesi devletin kendisinin yapmak yerine girişimlere destek vermesi ana düşüncesi ekseninde belirmişti. Yaklaşık olarak 1932 yılına kadar liberal ekonomi politikasının uygulanması sürmüştür. Bundan sonra devletin doğrudan müdahalesiyle genel kabul gören adlandırmayla ‘devletçilik’ uygulamaları başlamıştır. Bu düşünce değişikliğinin iki önemli nedeni sayılabilir. Birisi 1923 yılından beri uygulanan sistemin istenen sonucu vermeyişi; İkincisi de 1929 yılında ABD’de başlayıp dünyaya yayılan büyük ekonomik kriz. Bundan sonrası daha çok Atatürk’e özgü diyebileceğimiz karma ekonomi modeli uygulamaya geçmiştir. Bu nedir? Yanıtını İsmet İnönü veriyor: Atatürk taklidi, kopyayı kabul etmezdi… İşte söylerlerdi. ‘Şu şöyledir, bu böyledir…’ diye… O hepsini bildikten, gördükten sonra zamanın meselelerini, milletin ihtiyaçlarını ilmin ışığında, nazariyatın (teorinin) gösterdiği prensiplerden haberdar olarak, kendi ihtiyaçlarımıza göre adapte etmeyi uygun bulurdu. Biz bize benzeriz sözünü, yaptığı şeylere karşılık, ‘Nedir bu yaptığın? Özel teşebbüs müdür, devletçilik midir?’ gibi sorulara, teorik bakımdan yapılan itirazlara cevaben ‘Benzeyen tarafı var, benzemeyen tarafı var. Biz
kendimiz yaparız, kendimize benzeriz’ mânâsında kısa bir şekilde izah etmek için söylemiştir.” Gazi’nin siyasî, İktisadî doktrinlere karşı tutumunu İsmet İnönü bir röportajda şöyle açıklar: “Görüşlerinde meçhul bir yan yok… Başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi uygulamıştır [aslı: tatbik etmiştir].”Mustafa Kemal demokratik düzen içinde ekonomik planlama görüşünü, daha İstiklâl Savaşının barut kokuları dağılmamışken, 1922 yılının Mart’ındaki Millet Meclisini açış nutkunda söylemiştir. Bilindiği gibi bu görüş, sözde kalmamış, Atatürk, ‘pazar ekonomisi’ içerisinde Dünya’da ilk defa, 1933-1937 Birinci Sanayi Planını yaptırarak uygulamaya koymuştur. O tarihte dünyada bundan başka bir tek planlı kalkınma çabası vardır: 1928’de uygulamaya konan Sovyet Rusya’nın merkezî planı. Planlı kalkınma uygulamasına geçmeden önce Atatürk zamanın yerli ve yabancı uzmanlarına hazırlatılan ekonomik raporları, zamanında uygulanan kapitalist ve sosyalist kalkınma doktrinlerini özenle incelemiş ve sonunda kendi modelini ortaya koymuştur. Aşağıdaki sözler, İzmir Fuarı’nın 1935’teki açılışı nedeniyle zamanın İktisat Bakanına Gazi tarafından verilen özel notta yazılı olan sözlerdir. Bu ekonomik kalkınma modelinin en özlü ifadesi, O’na aittir: Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi, on dokuzuncu yüzyıldan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir . Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin özel faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve en geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak. Kapitalizmin ve sosyalizmin ekonomik kuramlarını görmezden gelip farklı bir kalkınma yol ve yöntemi benimsenmiştir. İlk dönem uygulamaları halkın ekonomik sıkıntılarını çözememiştir. Bu büyük gereksinim sonucu sorunların çözümü için aranan özgün model ve yöntem yaratılmıştır. Vedat Nedim Tör makalesinde;
İnkılabımızın iktisat sahasındaki mana şümulu üzerinde duralım:., kapitülasyonların ilgası, Düyunu Umumiye idaresinin kaldırılması, gümrük istiklâlinin istirdadı yeni Türkiye devletiyle harici alâkadar devletler arasındaki cidalin zaferleridir. Yorumunu yaptıktan sonra, “iktisadi inkılâbımızın manası ve hedefi nedir?” sorusunu sorup, yanıtını vermiş: Bir müstemleke iktisadiyatı olmaktan kurtulup bir millet iktisadiyatı yaratmak. Bu meseleyi böylece vazedebilmek bile başlı başına beynelmilel bir hadisedir. Çünkü her müstemleke milletinin ideali, bu meseleyi böylece vazedebilmektir. Bu itibarla davamızın sadece millî değil, aynı zamanda beynelmilel bir mahiyeti vardır. Müstakil bir millet iktisadiyatı kurabilmek için er geç aynı yoldan geçmek mecburiyetinde kalacak olan müstemleke milletlerine örnek olmak mevkiindeyiz.

submitted by MekhaDuk to TarihiSeyler [link] [comments]


2024.05.01 12:29 MekhaDuk Çariçe Katerinanın Polonya paylaşımı ve Osmanlıya savaş ilanı

Çariçe Katerinanın Polonya paylaşımı ve Osmanlıya savaş ilanı

https://preview.redd.it/id9yuh9mjsxc1.png?width=1200&format=png&auto=webp&s=185e73adb6b7ced5817dd2e4039847e6edd79261


Katerina memnundu. Stanislaw'ın kral seçilmesi Lehistan veya Stanislaw için olmasa bile onun başarı hanesine yazılmıştı. Fakat zaferi Lehistan meselelerini etkileme kabiliyeti hakkında iyimser bir görüşe kapılmasına yol açtı. İki yıl sonra Leh "ayrılıkçılar" konusunda Seym'i zorlamaya çalışmasıyla düşmanlık ve savaşa götürecek kapıları aralamıştı. "Ayrılıkçılık meselesi" ağırlıkla Roma Katolik dinine bağlı Lehistan'da çeşitli dini azınlıkların çatışan statüleri için kullanılan resmi terminolojiydi. Bu azınlıklar -ülkenin üçte birine tekabül eden doğudaki Rus Ortodoks nüfusu ve kuzeydeki binlerce Protestan Lüterci- dini ibadetlerinde sürekli taciz edilmişler ve siyasi hakların çoğundan mahrum bırakılmışlardı. Seym'e vekil seçmelerine veya yüksek dereceli mülki veya askeri makamlara gelmelerine izin verilmiyordu. Önderleri yıllardır yardım için bakışlarını yurtdışına çevirmişti: Ortodoksların gözü Rusya'da, Protestanların Prusya'daydı. Süregiden sorunları ve himaye için aralıksız ricada bulunmaları Rusya ve Prusya'ya Lehistan'da bir başka ortak çıkar alanı yaratıyor, ülkenin iç işlerine müdahale için fazladan bir bahane veriyordu. Saltanatının başlangıcından itibaren Katerina Ortodoks inancındakilerin yeni kilise inşa etmelerinin yasaklandığını ve mevcut kiliselere devam etmelerinin sık sık engellendiğini duymuştu. İmparatoriçenin bu tutuma karşılık vermesi için bir sebebi vardı.

Rusya'da kilisenin topraklarını ve serflerini devletleştirmiş olduğu için ülkesinde kilisenin teveccühünü yeniden kazanmak amacıyla bir şeyler yapmak istemekteydi. Bir başka teşvik unsuru da Katolik Kilisesi'nin otoritesine getirilecek her sınırlamanın Aydınlanma döneminin dini hoşgörü ilkelerine uygun düşecek olmasıydı. Stanislaw'ın Leh tahtına seçilmesinden üç ay sonra Rus elçisi Prens Nikola Repnin, Lehistan'da Czartoryskiler ve diğer güçlü asillerin istedikleri reformlara - liberum veto'nun ilgası, tahtın kalıtsal hale getirilmesi, dini azınlıklar konusunda tavizler verilene dek imparatoriçenin izin vermeyeceğini bildirdi: Ortodoks ve Protestan inancından olanlara kendi kiliselerinde ibadet etmeleri, kamu hayatına ve cemaatlerinin idaresine katılmaları için izin verilmeliydi. Stanislaw ayrılıkçılık meselesini bir sonraki Seym'de gündeme getirmeyi kabul etti. Katolik kilise adamları tarafından körüklenen ayrılıkçılık karşıtı ajitasyon derhal alevlendi. Her iki taraf da tutumundan taviz vermedi. Katerina dini azınlıklar için siyasi haklar talep etmekle, inançlarının en küçük bir şekilde tahrifine veya imtiyazlarının ihlaline razı olmaktansa savaşmaya hazır ateşli bir Katolik halka ağır talepler yüklemekteydi. Din, her şeyin üstünde milli bir meseleydi; Katolik inancına yönelen tehditler her Lehistanlıya vatanseverliğini hatırlatmaktaydı. 1766 Seym'i toplandığında ayrılıkçıların herhangi bir şikayetine cevap vermeyi kararlı şekilde reddetti. Katerina da tutumunu yineledi: Lehistan ayrılıkçıların haklarına izin verene dek başka hiçbir ıslahat yapılmayacaktı. Stanislaw arada kalmıştı. Katolik memleketlilerinin inançlarını yakından bildiğinden imparatoriçeye dini konulara karışmamasını rica etti. St. Petersburg'daki elçisine şöyle yazdı: "[Bu talep] ülke ve şahsen benim için gerçek bir yıldırım çarpmasıdır. Bana satın aldığı tacın ateşten bir gömlek haline geleceğini anlamasını insaniyet adına sağlamaya çalışınız. Beni canlı canlı yakarlar, sonum pek fena olur." Katerina onun yakarışlarına kulak asmadı.

Tutumunun ahlaki bakımdan tartışma götürmez olduğunu düşünüyordu; baskı altındaki bir azınlığın haklarını Katolik Kilisesi'ne karşı savunmaktaydı. Bunun yanında Stanislaw'a para vermişti; desteğini satın aldığı ve bedelini ödediği fikrindeydi. Lehistan'daki Rus büyükelçisine politikasını aynen sürdürmesi talimatını verdi. Prusya Kralı Friedrich, Katerina'nın kral ve Seym'le mücadelesinde bir kenara çekilmekten ve kendisini Kuzey Lehistan'ın Protestan bölgelerinde karışıklık çıkartmaya vermekten memnundu. Bu tutumu da Leh Katoliklerinin tüm yabancı müdahalelere direnişlerini güçlendirmeye ve Katerina'nın çabalarına daha fazla güçlük çıkartmalarına hizmet etti. Seym üyeleri katılaşır ve aksileşir, Katolik piskoposları ayrılıkçıların muzırlıklarına karşı yağıp gürler, asil sınıfının bazı mensupları taraftarlarını silahlandırırken, Katerina Lehistan'a daha fazla Rus birliği göndermek dışında başka seçenek göremedi. Bir sonraki Seym Ekim 1767'de toplandığında Varşova Rus ordusu tarafından işgal edildi. Repnin Seym binasını askerleriyle sardı ve üyelerin verdiği talimatın aksine oy kullanmamaları için bazı askerleri de Seym oturum salonuna soktu. Başlangıçta Seym sindirilmeye karşı çıktı. Piskoposlar ayrılıkçıların haklarına karşı konuştuklarında üyeler gürültüyle tasdiklerini ifade ettiler. Bunun ardından Repnin yaşlı Krakov piskoposu dahil iki piskoposu tutuklattı ve sınırın öte yanına, Rusya'ya sürgüne gönderdi. Üyeler protesto etmesi için krallarına baktıklarında Stanislaw'ın Repnin'in taleplerini kabul ettiğini gördüler ve bunun üzerine onu Rusya lehine ülkesine ihanetle suçladılar. 7 Kasım 1767'de çok sayıda eksik üyeyle toplanan Seym, her yerde ışıldayan Rus süngülerinin altında ve arkasında toplanacak kimse bulamadığından diş bileyerek boyun eğdi ve "ayrılıkçıların" eşitlik haklarını kabul etti. Ancak Katerina ile Repnin'in işleri bitmemişti. Şubat 1768'de krala ayrılıkçı azınlıklara ibadet özgürlüğü tanıyan ve Rusların rızasını almadan anayasayı değiştirmeme yükümlülüğü altına sokan bir Leh-Rus ittifak antlaşmasını zorla imzalattılar. Varşova Seym'inin dağılmasından iki gün sonra bir grup muhafazakar Katolik asil Türk sınırı yakınındaki Güney Lehistan şehri Bar' da toplandılar ve amacı Lehistan'ın bağımsızlığını ve Katolik dinini savunmak olan bir Konfedere Seym ilan ettiler. Leh vatanseverliği kötü hazırlanmış ve koordinasyonsuz bir ayaklanmaya yol açtı. Rus birlikleri güneye yürüdüler ve bu konfedere grubunu kolayca dağıttılar.

Bununla beraber Lehistan'ın başka yerlerinde Rus karşıtı konfederasyonlar baş gösterdi ve Katerina daha fazla asker sevk etmek zorunda kaldı. Konfederasyoncular da Fransa ve Avusturya'ya destek çağrılarında bulundular; her iki ülke bu çağrılara para ve askeri danışmanlar göndererek karşılık verdi. Katerina ülkeyi daha da fazla Rus askeriyle doldurarak tavır aldığında Leh Katolikliğinin ve milli gururunun gücünü çok azımsadığını fark etti ve kendisini hayretle askeri bir harekatın içine düşmüş buldu. Voltaire'e mektubunda "Lehler milletlerinin üçte birini medeni haklardan mahrum etmek için savaşıyorlar" demekteydi. Katerina Lehistan'ı başında kukla bir kralla vasal bir devlete çevirmeyi başarmış fakat aynı zamanda Lehlerin nefretini, Osmanlı'nın tehlike duygusunu, Avusturya'nın endişesini ve hatta Prusya'nın tedirginliğini uyandırmıştı. Friedrich Rusya'yla ittifak antlaşmasını Lehistan'ın tümünün Rus denetimi altına girmesi için imzalamamıştı.

https://preview.redd.it/mz6up48xisxc1.png?width=1988&format=png&auto=webp&s=58c288fa44c4ff7a4d84e6c5380d3dc714f0fb54


Lehistan'daki olayların doğurduğu rahatsızlık Avrupa çapında yayıldı. Eski Anhalt-Zerbst prensesinin imparatoriçeliğe yükselme başarısına zaten şaşırmış olan hükümdarlar ve devlet adamları şimdi de eski aşığını krallığa getirmesini ve Rus nüfuzunu bu yeni kralın ülkesine genişletmesini seyretmekteydiler. Hem Lehistan hem de Rusya'nın komşusu Türkler daima zayıf bir tampon devlet olarak kalacağını varsaydıkları Lehistan'da Rus askeri gücünün artmasından büyük telaş içindeydiler. Rus birlikleri artık Dinyeper, Bug ve Dinyester nehirlerinden inip Balkan eyaletleri Eflak ve Boğdan'ı tehdit edebilecek konumdaydılar. Rus askerleri Tuna'ya ulaşıp geçtikleri takdirde İstanbul şehrini bile tehdit edebileceklerdi. Osmanlı'nın geleneksel müttefiki Fransa da Rusların Lehistan'da artan nüfuzunu sınırlamaya istekliydi. Bu sebeple İstanbul'daki Fransız diplomatlar padişah ve sadrazamını Rus genişlemesinin durdurulması gerektiği, bunun için de en iyi yolun Ruslar hazırlıklarını tamamlamadan savaş ilan edilmesi olduğu konusunda ikna etmekte güçlük çekmediler. İstanbul'da dağıttıkları paralar da davalarını daha ikna edici hale getirdi. Osmanlı'nın şimdi sadece bir bahaneye ihtiyacı vardı. İdeal bir casus belli [savaş nedeni-e.] Ekim 1768'de ortaya çıktı. Güneybatı Lehistan'da Lehlerle savaşan Rus birlikleri Türk sınırını aşarak takibatta bulunmuştu. Osmanlı İmparatorluğu Rus elçisine bir ültimatom gönderip tüm Rus birliklerinin sadece Türk topraklarından değil Lehistan'dan da çekilmesini talep etti. Rus elçisi bu talebi St. Petersburg'a bildirmeyi dahi reddedince Türkler onu beraberlerine alıp Yedikule'ye götürdüler ve bir hücreye hapsettiler - Osmanlı protokolüne göre bu savaş ilanıydı. Berlin'den bu olayları takip eden il. Friedrich elleriyle başını tutarak inledi, "Ey Tanrım, bir Lehistan kralı yaratmak uğruna nelere tahammül etmemiz gerekiyor?"
Katerina Türklerin savaş ilanı karşısında yeise kapılmadı. Aslına bakılırsa bunun önemli Rus emellerine ulaşılması için bir fırsat sağladığına inanıyordu. Elbette savaşa müttefiksiz girmeyecekti; Rusya tek bir muhasım devletle savaştığı sürece, Prusyalı Friedrich antlaşma gereği tek bir piyade seferber etmek zorunda değildi. Rus-Prusya antlaşmasının şartlarına göre Rusya'ya yıllık bir yardım yapmakla yetinebiliyordu. Özel sohbetlerinde savaşı "tek gözlüyle kör arasında bir yarışma" olarak adlandırıp önemsemedi. Bu tür görüşlerine ancak Katerina'nın generalleri, 1769 ve 1770'reki parlak başarılarıyla yanıldığını ortaya koyduklarında son verdi.

azak kalesi

Rus birlikleri 1769 yılı ilkbaharında Büyük Petro'nun zamanında işgal ettiği ve sonra da 1711 yılında Türklere geri vermek zorunda kaldığı Azak ve Taganrog'u ele geçirip tahkim ettiler. Bu limanların ve kalelerinin denetimi, Don Nehri'nin Azak Denizi'ne girdiği noktadaki ağzının denetimi anlamına gelmekteydi. Ruslar bunun ardından Azak Denizi'nin Karadeniz'le birleştiği noktadaki, bizzat Karadeniz'e erişim sağlayan Kerç'i zapt ettiler. Bu esnada Lehistan'ı üs olarak kullanan seksen bin kişilik bir Rus ordusu güneye doğru ilerleyip Türk eyaletleri Boğdan ve Eflak'a girdi. General Petro Rumyantsev'in güçleri tüm Boğdan'ı ve Tuna'ya kadar Eflak'ı işgal ettiler. 1770'te Rumyantsev 40.000 askerin başında Tuna'yı geçti ve daha kalabalık iki Türk ordusunu hezimete uğrattı. 7 Temmuz'daki Larga muharebesinde 70.000 ve 21 Temmuz'daki Kagul muharebesinde 150.000 Türk askerini bozdu. Rumyantsev bu başarıları üzerine mareşalliğe terfi ettirildi. St. Petersburg'dan gelişmeleri izleyen sevinç içindeki Katerina Voltaire'e övünmekteydi: "Kendimi tekrarlama ve sıkıcılaşma pahasına size zaferden başka verecek haberim yok." İmparatoriçe hemen her gün savaş divanıyla buluşuyor ve generallerine sürekli uzun ve cesaretlendirici mektuplar gönderiyordu. İzindeki subaylar Kışlık Saray'da ağırlanıyor ve başkentteki her askeri geçitte imparatoriçe fahri albaylığını yaptığı alaylardan birinin üniformasıyla halkın karşısına çıkıyordu.
Katerina ayrıca savaşın ilk aylarından itibaren donanmasını Türklere karşı kullanmanın yollarını arıyordu. Rus İmparatorluğu Karadeniz'de bir köprübaşı bulundurmadığından filoya da sahip değildi. Büyük Petro bir Baltık filosu inşa ettirmiş ancak halefleri bunu bakımsız bırakmıştı. Saltanatının başlarında Katerina eski gemileri tamir ettirerek, yenilerini inşa ettirerek ve İngiliz hükümetinden bazı deneyimli Kraliyet Donanması subaylarını kiralamak için izin isteyerek bu filonun durumunu iyileştirmeye başlamıştı. Tuğamiral rütbesi verilen ve ülkelerinde aldıkları maaşın iki katı teklif edilen Albay Samuel Greig ve John Elphinstone dahil bir dizi İngiliz subayı bu yolla istihdam edilmişlerdi. Katerina bu filo ve subaylarının kullanılmasını arzu ediyordu.

https://preview.redd.it/wx5lvvz8ksxc1.jpg?width=1080&format=pjpg&auto=webp&s=c991e16211986d108c9de78625fb5ce0762543f1


Savaş divanının bir toplantısında Gregori Orlov bu silahın Türklere gerilerinden saldırmak için Akdeniz'e gönderilip gönderilemeyeceğini seslice sorguladığında Katerina ilgi duydu. Rus donanmasının büyük bir kısmının Avrupa kıtasının çeperinden okyanusu aşarak gönderilmesi cesur bir öneriydi. Filo Baltık'tan Kuzey Denizi'ne geçecek, Manş Denizi'ni aşıp Fransa, İspanya ve Portekiz sahillerinin açıklarından ilerleyerek Cebelitarık Boğazı'ndan Akdeniz'e geçecekti. Rus bayrağı taşıyan filo buradan da Doğu Akdeniz ve Ege'ye ulaşacaktı. Bu stratejinin iş görmesi için Katerina dost bir Avrupa devletinin desteğine ihtiyaç duymaktaydı. İngiltere'ye bir kez daha yanaştı ve Whitehall tekrar rıza gösterdi. İngiliz hükümetinin muhakemesine göre Ruslar, Türklerle savaşırken, Türklerin geleneksel müttefiki Fransa ile de savaşacaklardı.

İngiltere'nin can düşmanı Fransa'ya zarar verecek her şey Londra tarafından daima onay görürdü. Dolayısıyla İngiltere, Rus filosuna dinlenmesi, ikmali ve tamir görmesi için İngiliz donanma limanları Hull ve Porsmouth'u, ardından da Cebelitarık ile Akdeniz'de bulunan Minorka'daki tesislerini sundu. Katerina 6 Ağustos 1769'da uzun deniz yolcuğunun ilk ayağına çıkan Rus filosunun Kronstadt'tan yelken açışını seyretti. Gemiler Hull'da ikmal aldılar ve kışı Batı Akdeniz'deki Minorka Adası'nda bulunan İngiliz üssünde geçirdiler. Amiral John Elphinstone komutasındaki ikinci bir filo Ekim ayında ayrılıp Kuzey Denizi'ni aştı ve kışı isle of Wight açığındaki Spithead'de geçirdi. Nisan ayında bu gemiler denize açıldı ve Toskana grandükünün ikmallerini sağladığı Livorno'ya ulaştı. Birleşik Rus filosu Mayıs 1770'te Ege Denizi'ne girişi belirleyen Mora Yarımadası'nın ucundaki Matapan Burnu'nda belirdiler. O sırada filonun birinci komutanlığı filoya Livorno'da katılan Gregori Orlov'un kardeşi Aleksey'e geçmişti. Katerina'nın hükümet darbesinde ve III. Petro'nun ölümünde etkili olmuş bu uzun boylu, çiçek bozuğu yüzlü Rus, seyrüsefer bilgisi eksikliğini kararlılığıyla kapatmaktaydı ve Samuel Greig'i teknik danışman olarak yanına almıştı. Gemilerini topladığında Ege'nin mavi sularında düşmanın peşini kovalamaya başladı.

https://preview.redd.it/vrdngk6yjsxc1.jpg?width=1920&format=pjpg&auto=webp&s=7aa3cb442b229abf0ef758bd44468bcf5d9c14f5

Haziran sonunda da onları yakaladı. Sakız Adası'nın ilerisinde Türkiye'nin Anadolu sahilleri uzanır. On altı savaş gemisine komuta eden bir Türk amirali 25 Haziran' da bu adanın sularında beklenmedik bir manzara gördü: Aziz Andreas'ın mavi haçını taşıyan beyaz sancaklı -Rus donanma bayrağı- on dört büyük gemi savaş düzeninde yaklaşmaktaydı. Orlov Çeşme Körfezi'nin kuzey ucundan derhal çatışmaya girdi. Bir Rus gemisi Türk sancak gemisini mahmuzladı, Rus ve Türk tayfalar güvertede boğaz boğaza savaşa tutuştular. Yangın çıktı ve her iki gemi de infilak etti. Kalan Türk gemileri hızla Çeşme Körfezi'ne kaçtılar. Türk amirali dar körfezin sığ sularında Rus gemileri manevra sahası bulamayacaklarından burada güvende olacaklarına inanıyordu. Ertesi sabah Orlov tekrar taarruza geçti. Greig üç gemiyle körfeze girdi ve 96 topluk Türk muhribine saldırdı. Arkalarından yangın gemisine dönüştürülmüş ve patlayıcı doldurulmuş üç eski Yunan mavnası dumanlar ve savaş karmaşasına gizlenerek demirli Türk filosunun üzerine salındı; Türk denizcilerin ilk gördüğü şey karşılarından yaklaşan, yalazları göğe uzanan bir alev duvarıydı. Kapalı alanda sert rüzgarın savurduğu alevler süratle yayıldı ve birbiri ardına Türk gemileri alevlere yakalanıp infilak etti. Sonuç tam bir yok oluştu; on beş Türk muhribi imha edilmiş sadece biri kaçabilmişti. Dokuz bin Türk denizcisi -ve otuz Rus- ölmüştü. Çeşme Körfezi denizlerde şöhreti olmayan bir filo ve ülke için hayret verici bir başarıydı. Artık kendisini Ortodoks Yunanların kurtarıcısı olarak gören Orlov, zaferi sayesinde Türk efendilerine karşı Yunanları ayaklanmaya ikna etmek için gemilerini dilediği gibi Ege'de dolaştırma imkanını buldu. Ancak kara ordusuna sahip bir müttefikin faal desteğini bulmadığından bu çabalarında başarı kazanamadı ve bir süreliğine Çanakkale Boğazı'nı ablukaya aldı. Sonbahar geldiğinde Rus mürettebat dizanteri hastalığına tutulmuştu ve filo kışı geçirmek için Livorno'ya çekildi. İlkbaharda Orlov'a ülkeye dönmesi emri verildi. Rusya'ya gelişinde bir kahraman gibi karşılandı ve önünde eğildiği Katerina'nın elinden Aziz Georgi nişanını aldı.

çeşme deniz baskını


Rusya'nın şaşırtıcı 1770 yılı başarıları -Rus ordularının Karadeniz ve Tuna'ya ilerlemesi, Rus donanmasının Akdeniz'deki mevcudiyeti ve Türk filosunun Çeşme'de tamamen imha edilmesi- Avrupa'yı tehdit algısıyla çok yüklü bir hayrete uğrattı. Rus gücünün hızla genişlemesi düşmanları kadar dostlarını da endişelendirmeye başladı. Bunlardan biri olan Prusya Kralı Friedrich, Katerina'nın Lehistan'ın bütününde daimi hakimiyet kurmasını aklına bile getirmek istemiyordu. Ne Prusya ne de Avusturya, Rusya'nın Balkanlar'a girmesi veya İstanbul'u zapt etmesi fikrinden hoşlanıyordu. Diğer taraftan ne Friedrich ne de Maria Teresa bu hedeflerine erişmekten Rusları nasıl alıkoyabileceklerini biliyordu. Bu sebeple Friedrich, Katerina'ya tebriklerini sunmakla beraber, ("Her zaferiniz için size yazmam mümkün değil; bir düzine kadarı birikene kadar bekleyeceğim") istediği son şey Fransa ve Avusturya'yı Rusya'yla karşı karşıya getirecek ve müteakiben de Prusya'nın Katerina'nın müttefiki sıfatıyla savaşa girmesine yol açacak geniş çaplı bir savaştı. Prusya 1764 antlaşmasında Rusya saldırıya uğradığı takdirde, Katerina'nın yardımına gideceğini vaat etmişti. Halihazırdaki savaşta Osmanlı açıkça saldırgan taraf olduğundan Prusya esasen Rusya'ya mali yardım gönderiyordu. Fakat şimdi Rusların Balkanlar'a nüfuz etmesinden telaşlanan Avusturya Türklerle ittifaka girme tehdidinde bulunuyordu. Bu durum savaşa yol açtığı takdirde Rusya antlaşma yükümlülüklerini yerine getirmesini Prusya'dan talep edecek ve Friedrich de yaşamında üçüncü defa Avusturya'ya karşı savaşa girmek zorunda kalacaktı. Halbuki Friedrich artık savaştan bıkmıştı. Elli beş yaşındayken Silezya'yı krallığına eklemek için Avusturya'yla iki defa savaşmış, bu eyalete sahip olmuştu. Uğruna tekrar savaşmak için hiç istek duymamaktaydı. Tercihi diplomasiydi. Lehistan'ın bağımsızlığı çatırdamakta, Rus elçisi krallığın fiili yöneticiliğini yapmakta ve Katerina'nın ülkenin tamamını yutması an meselesi görülmekteydi. Bunu engellemek ve barış yolundan ayrılmamak için Friedrich Lehistan'ın üç güçlü komşusunu tatmin edebilecek bir çözüm yolu aradı. Farz edelim, Prusya, Avusturya ve Rusya'nın her biri çöken devletin ayrı bölgelerini almakla acaba yatıştırılabilir miydi?
Şayet Katerina sadece ağırlıkla Ortodoks nüfusun yaşadığı doğu kısmını almaya razı olursa ve Friedrich de sırf Protestan kuzeybatıda istediklerini alırsa, o takdirde Avusturya güneydeki Katolik nüfuslu geniş topraklarla tatmin olabilir miydi? Bu üç devlet aralarında bu planı kabul ederlerse, Avrupa'da hiçbir tarafın -ne Türkler veya Fransızlar, tabii kesinlikle de Lehler- bu güç birliğine direnemeyeceğinden emindi. Toprakların ortaklaşa genişletilmesi için Lehistan'ın komşularına yaptığı bu sinsi işbirliği teklifinin arkasında Friedrich'in kendisi için istediği ganimet vardı. Doğu Prusya, Hohenzollern mülklerinin geri kalanından fiziken ayrıydı. Friedrich yıllardır ülkesini bölen Lehistan'ın Baltık sahili topraklarını alarak bu kusuru kapatmayı umuyordu. Küçük kardeşi Prens Heinrich von Preussen'in 1770 sonbaharında St. Petersburg'a bir devlet ziyaretinde bulunması da Friedrich'in diplomatik kumpasına yardım etti. Kısa boylu, ifadesiz çehreli Heinrich, Rus başkentine ağabeyinin ricası üzerine Lehistan'ın bölüşülmesi planlarını desteklemek için gönülsüzce gitmişti. Heinrich ağabeyi gibi şatafatlı merasimlere hiç ilgi duymamakla beraber gözü onun kadar açık, algıları onun kadar güçlüydü. Katerina onu ziyafetlere, konserlere ve balolara boğuyor, o ise Katerina'nın sarayının lüks hayatında rahat etmiyordu; her yere zamanında ve titizlikle gidiyor ancak eğlenmiyordu. Ağırbaşlılığı ve sert Prusyalı selamından da Rus sarayındaki birçokları hoşlanmıyordu. Fakat kendisi gibi Alman olan Katerina ile gayet iyi anlaşmaktaydı. Prens ve imparatoriçe Aralık ayı civarında Lehistan'ın bölüşülmesini ciddiyetle tartışmaya geçtiler. Katerina Lehistan'dan alacağı kalıcı toprak kazançları karşılığında mağlup Türkiye'den toprak terki taleplerini azaltmaya razı olabilir miydi? Katerina sorunun üzerinde kafa yordu; kara ve denizdeki askeri zaferlerinin tadına vardığı bir sırada uzlaşmaya pek istekli değildi.
Neticede Osmanlı'yla fiilen savaş halindeki tek devlet Rusya'ydı; Türklerle o harbe girmiş ve mağlup etmişti. Dahası, Lehistan meselelerinde bu kadar gayret gösterip para harcadıktan sonra Stanislaw vasıtasıyla tüm Lehistan'ı Rusya'nın uydusu haline getirmeyi tercih etmekteydi. Fakat durumunu değerlendirdikçe daha makul bir tavır aldı. Ne müttefiki Prusya'nın ne de düşmanlığı artan Avusturya'nın Balkanlar'da Osmanlı'nın aleyhine geniş kazançlar elde etmesine izin vermeyeceğinin bilincine vardı. Zihninin gerisinde Avusturya ve Fransa'nın Türkiye'nin yanında savaşa girebilecekleri korkusu yatmaktaydı; o esnada Avusturya ile Fransa aylardır para ve askeri danışman şeklinde Lehistan'daki konfederasyonculara yardım göndermekteydi.
Dahası Ortodoks ve Katolik Lehler arasındaki kesilmeyen derin nefretin muhtemelen bu ülkeyi sonu gelmez bir askeri ve mali masraf kapısı yapacağını anlıyordu. Son olarak, Ortodoks Kilisesi'nin önderleri ve inananları dahil birçok Rus'un Lehistan'ın Ortodoks nüfusunun Rus himayesi altına alınmasını coşkuyla karşılayacaklarını, bunun da daha fazlasını isteyenlerin ağzını kapatacağını biliyordu. Ocak 1771 'de Prens Heinrich, Rus Noeli ve yeni yıl kutlamalarından çıkarken Avusturya birlikleri aniden Karpatları geçtiler ve Güney Lehistan'da bir bölgeyi işgal ettiler. Bu haber imparatoriçe ile Prens Heinrich'e Kışlık Saray'daki bir konser sırasında ulaştı. Haberi duyunca başını sallayan Heinrich, "Sanırım Lehistan'da insanın eğilip önündekini yemesi lazım" yorumunda bulundu. Katerina lafı onun ağzından alıp cevap verdi, "Neden biz de kendi payımızı almayalım?" Heinrich bu teatiyi Friedrich'e bir mütalaayla iletti: "Her ne kadar bu tesadüfi bir lakırdı olsa da sebepsiz söylenmediği açık ve kuşkum yok ki bu olaydan kazanç sağlaman çok mümkündür." Friedrich kardeşinin Berlin'e dönüşünden kısa süre sonra, Mart ayında Katerina'ya yazıp Avusturya'nın saldırganlığı karşısında belki de Prusya ve Rusya'nın onun örneğini takip edip istediklerini almalarının uygun olacağı önerisinde bulundu. Mayıs ortasında St. Petersburg'daki Prusya ortaelçisi, imparatoriçenin Lehistan'ın paylaşılmasına rızasını verdiğini Berlin'e bildirdi.
Prusya kralı Frederik bu siyasi ortamda adeta kurşun sıkmadan 7 sene aralıksız savaşta kazandığından daha geniş bir toprak parçasını kazanacak ve Konigsberg ile Berlin sınırını birleştiren ilk lider olacaktı.


Paylaşım anlaşmasında mutabakata varılması için Avusturya'yla müzakerelerle bir yıl daha geçirildi. Bu yıl zarfında diplomasinin odağında Maria Theresa yer aldı. Balkanlar'daki Rus zaferlerinden telaşlanan ve özellikle Tuna'da Türklerin yerine Rusların geçmesi önerilerine karşı çıkan Avusturya imparatoriçesi, Temmuz 1771 'de Habsburgların eski düşmanı Müslüman Türklerle gizli bir yardım anlaşması yapma taahhüdüne girdi. Ancak sırların ömrü fazla değildir ve Friedrich ile Katerina anlaşmanın haberini aldıklarında Avusturya'yı dikkate almadan 17 Şubat 1772'de Lehistan'ın paylaşımı için bir anlaşma imzaladılar. Bu esnada Maria Theresa'nın oğlu ve ortak hükümdar il. Joseph, Avusturya'nın çıkarının Friedrich ve Katerina'ya iştirak edilmesinde yattığı hususunda annesini iknaya çalışmaktaydı. Maria Theresa bu iki hükümdardan nefret ediyor, onları aşağı görüyordu; Friedrich Silezya'yı çalmış bir Protestan'dı, Katerina aşık besleyen bir gaspçıydı. Kendisi ise mümin bir Katolik'ti ve komşu bir Katolik devletin yağmalanmasına yardım etme fikrinden tüyleri ürperiyordu. Bu vicdani tereddütlerin aşılması bir süre aldı ve oğlu annesinin kararını şahsi duygularından daha geniş bir bağlamda değerlendirerek alması için çok gayret gösterdi. Avusturya imparatoriçesi bir seçimle yüz yüzeydi: Ya Türkiye ile henüz imzaladığı gizli anlaşmaya bağlı kalacak ve başka bir Avrupa devletinden yardım almadan Rusya'yla savaşa girecek veyahut Türkleri yüzüstü bırakıp Lehistan'dan bir başka büyük dilim almak için Prusya ve Rusya'ya katılacaktı. Maria Theresa en sonunda Türkleri terk etti. İmparator il. Joseph 5 Ağustos'ta annesi namına Lehistan'ın paylaşımı anlaşmasına imzasını koydu. Üç paylaşan devlet hak iddia ettikleri yeni topraklarına askerlerini gönderdiler ve bir Leh Seym'inin toplanarak saldırganlıklarını onaylamasını talep ettiler. Stanislaw 1773 yazında boyun eğerek Seym'i topladı. Birçok Leh asili ve Katolik din adamı katılmayı reddetti; gelenlerden bazıları tutuklandı, diğerleri de rüşveti kabul edip suskun kaldılar. Daha sonra Seym'den geri kalanlar bir konfederasyon kurup çoğunluk oyu gerekliliğini ortadan kaldırdılar. Bu yolla Lehistan 30 Eylül 1773'te paylaşım anlaşmasını imzalayarak zaten kaybettiği topraklarını resmen teslim etti. Çatırdayan devlet sonraları Lehistan'ın ilk Paylaşımı adı verilen bu olayla topraklarının üçte birini ve nüfusunun üçte birinden fazlasını kaybetti.


https://preview.redd.it/vdyu35r2lsxc1.jpg?width=1600&format=pjpg&auto=webp&s=63e82a40fe902fcf991add5acafdfbe3bfcbf261

Rusya'nın payına düşen Doğu Lehistan'daki 58.000 kilometrekarelik en büyük toprak parçası Dinyeper Nehri'ne dek uzanıyor ve Baltık'a dökülene dek Dvina Nehri'nin tüm hattını kapsıyordu. Beyaz Rusya adıyla bilinen bu bölge (günümüzde bağımsız Belarus'un bir kısmıdır) Rus kimliği, gelenekleri ve dinine sahip, daha çok Rus soyundan gelen 1.800.000 kişilik bir nüfusa sahipti. Prusya'nın Lehistan payı hem alan hem nüfus bakımından en küçüğüydü: 21.000 kilometrekare büyüklüğüyle ağırlıklı olarak Alman ve Protestan kimlikli 600.000 nüfusa sahipti. Friedrich en azından o esnada halinden memnundu. Baltık bölgesindeki Batı Prusya ve Lehistan Pomeranyası'nı elde ederek krallığını coğrafi bakımdan birleştirmiş ve kopuk Doğu Prusya eyaletini Brandenburg, Silezya ve Almanya 'nın diğer Prusya topraklarına eklemlemişti. Avusturya, Galiçya'nın büyük kısmı dahil 44.000 kilometrekarelik alanla Güney Lehistan'ın önemli bir parçasını aldı. Maria Theresa en fazla sayıda tebaayı elde etti: Büyük kısmı Katolik 2. 700.000 Leh. Direniş gösteren az sayıda Leh, üç büyük devletin gücü karşısında başarı kazanamadı. İngiltere, Fransa, İspanya, İsveç ve papa paylaşımı lanetlediler ancak hiçbir Avrupa devleti Lehistan için savaşa girmeye hazırlıklı değildi.
Katerina'nın Lehistan'a müdahalesi başarılıydı. Rusya'nın sınırlarını büyük Dinyeper ticaret hattına geri döndürmüştü. İki milyon Ortodoks artık inançlarını engelsizce yerine getirebilecekti. Ancak Osmanlı'yla savaşında başka önemli hedefleri vardı. Türkler hala nehrin denize aktığı ağzı kontrol ettiklerinden Rusya'nın batı sınırlarının Dinyeper'e genişletilmesi bu büyük su yoluyla Karadeniz'e açılması anlamına gelmemekteydi. Katerina bu nehir ağzını elde etmenin peşindeydi. Bu da Türklerle savaşın devam etmesini gerektiriyordu. 1771 yılı muharebe alanlarında hayal kırıklığı yaratmış, Tuna'da Rus generalleri 1770 yılının zaferlerini devam ettirememişti. General Vasili Dolgoruki Kırım'a taarruz edip yarımadayı istila ettiği halde, bu durum padişahı barışa yöneltmemişti. Ortaya çıkan yenişememe ve bezginlik dönemi üç yıl sürdü. Rusların talihi 1773 sonuna kadar düzelmedi. Aralık ayında [Ocak 1774-e.] Sultan III. Mustafa öldü ve yerine kardeşi 1. Abdülhamit geçti. Savaşı sürdürmenin faydasızlığını ve tehlikesini takdir eden yeni padişah bunu sona erdirmeye karar verdi. Katerina da Tuna'da yeni bir taarruza geçerek onu teşvik etti. Rumyantsev Haziran 1774'te elli beş bin askerle Tuna'yı geçti.
9 Haziran'da sekiz bin Rus askerinin nehrin yetmiş kilometre güneyinde, kırk bin Türk askerine süngü hücumu Türk hatlarını bozdu ve Kozluca' da ezici bir Rus zaferine yol açtı. Rusların İstanbul'a ulaşmasının önüne geçilemeyeceğinden korkan sadrazam barış istedi. Rumyantsev muharebe sahasında doğrudan müzakerelere girdi ve sadrazamla şartlarda anlaştı. Küçük Kaynarca Antlaşması adı duyulmamış bir Bulgar köyünde 10 Temmuz 1774'te imzalandı. Rumyantsev oğlunu derhal St. Petersburg'a gönderdi ve 23 Temmuz'da Katerina bulunduğu konserden dışarı fırlayarak haberi öğrendi. Antlaşma Rusya'ya ümit etmeye bile çekindiği kazançlar getirdi. Katerina Tuna'da istila ettiği yerleri Karadeniz sahillerinde çok daha önemli kazançlarla değiş tokuş etti. Balkan eyaletleri Eflak ve Boğdan Türklere iade edildi. Bunun karşılığında Katerina Karadeniz'e engelsiz çıkış sağlayan Azak, Tagov, Taganrog ve Kerç'in Rusya'ya terkini temin etti. Daha batıda Dinyeper Nehri'nin güney deltasını ve bizzat nehrin ağzını elde edip Karadeniz'e bir başka hayati çıkış noktası kazandı. Nehrin geniş ağzının batı yakasında Türklerin muazzam Özi Kalesi hala yerini koruduğu halde, Rusların artık doğu yakasındaki Kılburun'da bir hisarları ve limanları vardı ve ağız Rus ticari seyrüseferine ve Rus gemilerinin engelsizce inşasına izin verecek kadar genişti. Barış şartları ayrıca Tatar hanlığının yüzyıllardır Türk himayesi altında yaşadığı Kırım üzerinde padişahın siyasi egemenliğine de son veriyordu. Kırım Tatarlarının artık Osmanlı'dan bağımsız olacakları ilan edildi.
Kırım'ın bağımsızlığının fazla sürmeyeceğinin herkes farkındaydı; gerçekten de Katerina yarımadayı dokuz yıl sonra bir hamlede ilhak edecekti. Rusların kazançları sırf topraktan ibaret değildi. Antlaşma tam seyrüsefer serbestliğini güvenceye alarak Karadeniz'i Rus ticaretine açmakta, ayrıca Rus ticaret gemilerinin Boğaz ve Çanakkale' den sınırsız transit geçiş hakkını tanımaktaydı. Osmanlı dört buçuk milyon ruble* savaş tazminatı ödemek zorunda bırakıldı. Bağdan ve Eflak'ta Hıristiyanlara uygulanan baskılara son verilecek, İstanbul'daki Ortodokslar kendi kiliselerinde ibadet edebileceklerdi. Daha geniş bir açıdan, savaş bölgedeki güç dengesini Rusya lehine bozmuştu; Avrupa Karadeniz'de üstünlüğün artık Rusya'ya geçtiğinin farkına vardı. Katerina'nın anlayışına göre, elde ettiği başarılar, Rusya'ya ilk defa Baltıklardan dünyaya ulaşan bir yol açmış selefi Büyük Petro ile kıyaslanabilirdi.
https://preview.redd.it/epkduscxksxc1.jpg?width=2000&format=pjpg&auto=webp&s=acf1f1fbc8d95b1c4616e372f5d3195d2152cc9b

submitted by MekhaDuk to TarihiSeyler [link] [comments]


2024.04.30 19:53 MekhaDuk Deli Petro'nun prut seferi. Büyük petro kitabından

Deli Petro'nun prut seferi. Büyük petro kitabından

Deli petro

Petro'nun seferinin anahtarı iki Hıristiyan prensliği Eflak ve Boğdan'dı. Karpatlar'ın güneyinde ve Tuna'nın kuzeyinde bulunan bu bölgeler günümüzde Güneybatı Sovyetler Birliği'nin önemli bir kısmını ve bugünkü Romanya'nın geniş bir bölümünü oluşturmaktadır.• On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda güvenlik arayışıyla Babıali'nin süzerenliğini kabul etmiş, içişlerinde özerkliklerini korumuş, himayesi karşılığında padişaha yıllık haraç ödemeye razı olmuşlardı. Ancak aradan geçen zamanla Babıali yerli prensleri atama ve azletme yetkisini üstlenmeye başlamıştı. Makamlarını babadan oğula geçirme hevesindeki prensler de himaye için bakışlarını gizlice başka yerlere yöneltmeye başladılar. Çar Aleksey'in saltanatı zamanında Rusya'nın süzerenliğine dair Moskova'yla ön görüşmeler yapılmış ancak çar o sırada Lehistan'la uğraşmaktan bu meseleye ayıracak fazla zaman bulamamıştı. İki prensliğin daha güçlü ve zengini olan Eflak 1711'de Konstantin Brankovo adlı bir prens (yerel unvan hospodar'dı**) tarafından yönetilmekteydi. Kurnaz ve esnek tabiatlı Brankovo makamına selefini zehirleyerek gelmiş ve yeteneklerini sadece makamını yirmi yıl boyunca elinde tutmak değil, ayrıca güçlü bir ordu kurmak ve muazzam bir şahsi servet biriktirmek için de kullanmıştı. Padişahın bakış açısından Brankovo bağlı bir prens için aşırı derecede zengin ve güçlüydü ve değiştirilmesi için uygun bir fırsat aranıyordu. Brankovo ister istemez bu hissiyatı sezdi ve Poltava'dan sonra Petro'nun yıldızının yükseldiğine kanaat getirip çarla gizli bir antlaşma akdetti. Rusya'nın Osmanlı'yla savaşa girmesi halinde Eflak çarın yanında yer alacak, 30.000 askerini savaşa sürecek ve Eflak'a giden Rus askerlerine, parası Petro tarafından ödenmek şartıyla erzak sağlayacaktı. Bunun karşılığında Petro Eflak'ın bağımsızlığını ve Brankovo'nun hanedan haklarını garanti etti ve Brankovo'yu Aziz Andreas Nişanı şövalyeliğiyle taltif etti. Eflak'tan daha zayıf ve fakir Boğdan'ın hükümdarları daha sık değişmişti. Sonuncu hükümdar, Dimitri Kantemir 1711 'de makamında bir yıldan az bir süreyle vazife yapmıştı. Padişah tarafından atanmasını komşusu Brankovo'nun ele geçirilmesi ve yerinden alınmasında Babıali'ye yardım etmesi konusundaki anlaşmasına borçluydu. Bu hizmetinin karşılığında da Eflak ve Bağdan voyvodalığına atanacaktı. Ancak yeni başkenti Yaş'a geldiğinde Kantemir de havadaki değişikliğin kokusunu aldı ve Petro'yla çok gizli müzakerelere girdi. Çarla Nisan 1711'de bir antlaşma imzalayarak Rus işgaline yardım etmeyi ve 10.000 asker sağlamayı kabul etti. Bunun karşılığında Bağdan Rus himayesi altında bağımsızlığını elde edecekti. Haraç ödenmeyecek ve Kantemir hanesi ırsi olarak hüküm sürecekti. Petro bu birbirlerinden nefret eden hırslı prenslerin yardım vaatleriyle Türklere karşı seferine başladı.

https://preview.redd.it/gwupo6u9mnxc1.png?width=4961&format=png&auto=webp&s=b98ff97e9d743f36acf0d83aa6de84e226205d21


Kantemir'in kararı Boğdan'da destek gördü. Asilleri, "Türk boyunduruğundan bizi kurtarmaları için Rusları davet etmekle iyi yaptınız" dediler. "Türkleri karşılamak için gitme niyetinde olduğunuzu anlasaydık, sizden elimizi çekmeye ve çara teslim etmeye kararlıydık." Fakat Kantemir Osmanlı ordusunun yürüyüşe geçtiğini ve sadrazam yaklaştığında kendisi ve eyaletinin çarın yanına geçtiğinin aşikar hale geleceğini de biliyordu. Dolayısıyla ana Rus ordusuna komuta eden Şeremetev'e mesajlar gönderip acele etmesini istedi. Ana ordu daha hızlı hareket edemediği takdirde, Kantemir en azından halkını Osmanlı'nın intikamından koruyacak 4.000 kişilik bir öncü kuvvetin gönderilmesini rica etti. Petro da Şeremetev'e emirler göndermekte, elini çabuk tutmasını, prensliklerin korunması ve Sırplarla Bulgarların isyana teşvik edilmesi için Dinyester'e [Osmanlı tarihinde Turla-e.] 15 Mayıs'ta ulaşmasını ve nehri hemen geçmesini istemekteydi. Boğdanlıların bu yabancı birliklere Tanrı'nın bir inayeti gibi bakmalarını sağlamak için Şeremetev'e çarın tüm Balkan Hıristiyanlarına seslenen matbu mesajları temin edilmişti:
Türklerin inancımızı nasıl ezip geçtiklerini, hainlikle tüm Kutsal Mekanları ele geçirdiklerini, birçok kilise ve manastırı yağmaladıklarını ve tahrip ettiklerini, ne hileler yaptıklarını, ne felaketlere yol açtıklarını, kaç dul ve yetimi yakalayıp kurtların kuzulara yaptığı gibi dağıttıklarını biliyorsunuz. İşte ben şimdi yardımınıza geliyorum. Gönlünüz isterse, benim azametli devletimden kaçmayınız çünkü o adildir. Türklerin sizi kandırmasına izin vermeyin ve benim sözümden ayrılmayınız. Korkuyu silkip atınız ve kanımızı son damlasına kadar akıtacağımız iman için, kilise için savaşınız.

Petro ayrıca Boğdan'da yürüyüş sırasında Rus askerlerinin davranışlarına ilişkin kesin emirler verdi: Edeplerini koruyacaklar ve Hıristiyanlardan aldıkları her şeyin parasını ödeyeceklerdi; her tür yağmalama ölümle cezalandırılacaktı. Kantemir Rusların tarafına geçtiğini ilan edip ilk Rus askerleri görünmeye başladığında Boğdanlılar önce Yaş'ta sonra da prenslik çapında, aralarında bulunan Türklerin üstüne çöktü. Birçokları öldürüldü; diğerleri büyükbaş hayvanlarını, koyunlarını, atlarını, giyeceklerini ve mücevherlerini kaybetti. İlk halinde Petro'nun planı Şeremetev'in Prut Nehri'nin doğu yakasında Tuna'yla birleşme noktasına kadar yürümesi ve buradan Türklerin geçmesini engellemesiydi. Ancak 30 Mayıs'ta Şeremetev Soroka yakınlarında Dinyester'e vardığında (Petro'nun takviminin iki hafta gerisindeydi) Kantemir ona doğrudan Boğdan'ın başkenti Yaş'a yürümesini rica etti. Şeremetev direnmedi ve ordusu 5 Haziran'da Yaş yakınlarında Prut'un batı yakasında kamp kurdu. Şeremetev'in Petro'nun emrine uymamasının özrü ordunun sıcak güneş altında bozkırlardan geçerken büyük eziyet çekmesi ve kendine gelmesi ihtiyacıydı. Yan cenahlarından ayrılmayan Tatar atlıları çayırları yaktığı için hayvanların karınlarına çok az şey girebilmişti. Dahası Şeremetev Türklerin Tuna'yı geçmesini engellemek için muhtemelen geç kaldığını anlamış ve Prut'u geçerek Boğdan'ı sadrazamdan korumak için daha iyi bir konuma ulaşacağını değerlendirmişti. Soroka'ya Şeremetev'in ardından ulaşan Petro, mareşaline sinirlendi ve Türklerin kendisinden daha hızlı yürümesine izin verdiğini bu yaşlı generale yazdı. Bununla beraber, Şeremetev bir defa asıl planı değiştirince, ardından gelen çarın yeni güzergahı kabul etmekten başka seçeneği yoktu; farklı herhangi bir şey orduyu bölerdi. Petro'nun kendi kuvveti de yürüyüşte büyük sıkıntı çekmiş ve askerler 23 Haziran' da Prut'a vardıklarında yorgun düşmüşlerdi. Onları orada bırakan çar önden atla gitti, nehri geçti ve Kantemir'le görüşmek için Yaş'a girdi. Krallara yaraşır şekilde karşılandı ve şerefine büyük bir ziyafet verildi. Voyvodanın bıraktığı ilk izlenim olumluydu: Çarın değerlendirmesi "çok makul ve görüşleri faydalı bir insan" şeklindeydi. Petro Yaş'tayken sadrazamdan barış önerisi getiren iki temsilciyi kabul etti. Teklif dolaylıydı ancak sadrazamın -ve onun arkasında da- padişahın savaşmaktaki ve Rusları Karadeniz'e bir deniz kuvveti göndermeye tahrik etmekteki isteksizliğini yansıtıyordu. Petro teklifi reddetti. Ordusuyla çevrilmiş, Eflak ve Boğdan'ın destek garantilerini yanına almışken ve sadrazamın savaşa girmeye tereddüt ettiğini işitmişken, zafer kazanacağına güven duyuyordu.
https://preview.redd.it/yx7t5smjlnxc1.png?width=700&format=png&auto=webp&s=a5e567d035cc396e673cb834d9d243d1355c3e9e

Bu mutlu ruh haliyle Petro, Prut kenarında kamp kurmuş Rus ordusunu ziyaret için Kantemir'i yanına aldı. Kampta, Katerina ve yanında konuklarıyla tüm bunları mümkün kılmış büyük Poltava zaferinin ikinci yıldönümünü kutladı. Ancak çarın şenliği devam ederken bile askeri durum bozulmaktaydı. Sadrazam İshakça'dan Tuna'yı geçişini tamamlamış ve Petro'nun barışı reddettiğini duyarak 200.000 kişilik ordusuyla kuzeye yürüyüşe geçmişti. Dahası, uzun vadede Petro'nun seferi için Boğdan'dan daha önemli olan Eflak'tan haberlerin yokluğu da çok netameliydi. Eflak'taki her şey Voyvoda Brankovo'ya bağlıydı. Halkının karşısında prenslik sancağını çar için kaldırmadığı takdirde, asiller ve sıradan halkın Türklere karşı ayaklanmaları için Petro'nun çağrısına uymaları beklenemezdi. Fakat Brankovo korku içindeydi ve bu sebeple ihtiyatla hareket etmekteydi. Büyük bir Türk ordusunun arazide olduğunu bildiğinden ve ayrıca Türkler kazandığı ve kendisinin kaybeden tarafta kaldığı takdirde başına neler geleceğinin farkında olduğundan Ruslara aleni destekten imtina etmekteydi. Boyadan da kendisiyle mutabıktı. "Çarın orduları Tuna'yı geçene kadar Rusya'ya desteğimizi açıklamak tehlikelidir" tavsiyesinde bulunuyorlardı. Tuna'yı ilk önce Türk ordusu geçtiğinde Brankovo da tercihini yaptı. Hospodarın ihanetini öğrenen sadrazamın tam tutuklanmasını emrettiği sırada Brankovo aniden taraf değiştirdi. Petro'nun tarzını tahkir edici bulduğunu söylediği bir mektubunu bahane ederek kendisini çarla gizli antlaşmasına bağlı görmediğini duyurdu ve Petro'nun parasıyla Rus ordusu için yığdığı ikmal maddelerini Türklere teslim etti. Bu ihanet Rus seferi üzerinde derhal ve yıkıcı bir etki gösterdi. Erzaklar kaybolup gitmişti ve Boğdanlılar açığı kapatmaktan acizdi.

Petro yine de seferden vazgeçmedi. Türkler ıçın toplanan büyük miktardaki ikmal maddesinin, Tuna'yla birleşme noktasının yakınında, Aşağı Prut tarafında korunmasız olarak yattığı kendisine söylenmişti. Ana Türk ordusu Tuna'yı geçtiğinden ve karşısına çıkmak için Prut'un doğu yakasından kuzeye yürüdüğünden çar batı yakasına geçmeye ve güneye yürümeye karar verdi. Başardığı takdirde, sadrazamı çevirecek, Türk ikmal maddelerini ele geçirecek ve Osmanlı ordusunu üssünden koparacaktı. Başarı şansını artırmak için Rus süvarisinin toplam gücü olan 12.000 kişiyle beraber Ronne'u ayırdı, Prut'un batı yakasını takiple önden hızla Osmanlı arka cenahına dalmalarını, Tuna üstündeki Braila'da [Osmanlı tarihinde İbrail-e.] bulunan barut ve malzeme depolarını ele geçirmelerini ve yakmalarını istedi. Süvari 27 Haziran'da hareket etti ve üç gün sonra da piyade Prut'u geçip batı yakasında üç tümenle güneye harekete geçti. Birinci tümene General Janus, ikincisine çar ve üçüncüsüne de Repnin komuta ediyordu. Türklerle ilk teması Janus sağladı. Ruslar Prut'un sağ yakasından güneye yürürken ve Türkler de karşı yakadan kuzeye çıkarken, iki ordunun öncü kuvvetleri 8 Temmuz'da nehrin iki yanından birbirlerini fark ettiler. Her iki taraf da ne kadar yaklaştıklarını görerek şaşırmışlardı. Sadrazama durum söylendiğinde, korku içine düştü; ilk düşüncesi geri çekilmekti. Osmanlı ordusuyla seyahat eden Poniatowski'nin yazdığına göre, "Zira daha önce hiç düşman askeri görmemişti ve tabiatı icabı büyük bir ödlek olduğundan, derhal her şeyi yitirdiğini tasavvur etti." Tatar Hanı Devlet Giray, Poniatowski ve yeniçeri ağası beraberce cesaretini toplamasını sağladılar ve ertesi gün Türk ordusu kuzeye yürüyüşüne devam etti. Türk istihkamcıları ordunun tekrar batı yakasına geçebilmesi ve düşmanın karşısına çıkabilmesi için köprüler kurdu. Türklerin nehrin kendisinin bulunduğu tarafına geçtiğini öğrenen Petro, Janus'tan derhal geri dönmesini ve ana orduya katılmasını istedi. Petro, Stanilesti'nin güneyindeki bir bataklığın arkasında mevzilendi ve Janus'un yorgun askerleri bu tahkimatlara girdiler. Ertesi gün, yani pazar günü, süratle arkalarından yetişen Türkler aralıksız saldırılara geçtiler. Kantemir'in Boğdanlıları tecrübesizliklerine rağmen iyi dayandılar ve Ruslar bütün halinde yerlerini korudular. Ancak çarın Repnin'e gönderdiği üçüncü tümeni ileri sürerek diğer iki tümeni rahatlatması yolundaki acil mesajlar sonuç vermedi. Repnin'in askerleri

Tatar süvarisi tarafından Stanilesti'de hareketsizleşirilmişti ve daha ileri gidememekteydi. O akşam, gün boyu gücünü giderek artıran Türk saldırılarından sonra çar, Repnin'in askerlerinin gelmemesi ve erzak eksikliğinden endişeye düştüğünde bir Rus savaş konseyi toplantısı düzenlendi. Karşılarında başka bir seçenek yoktu: Ricat zorunluydu. Geri çekilme gece vakti başladı ve ertesi sabah süresince Repnin'in Stanilesti'deki tümeninin yönünde devam etti. Harekat bir kabus gibiydi. Türkler arkadan yakın baskıyı sürdürdü, Rus artçılarına aralıksız saldırılar düzenledi. Tatar müfrezeleri de Rus yük arabalarının arasından dörtnala girip çıktı ve Rus ağırlık katarı geri kalan ikmal malzemeleriyle birlikte yitirildi. Rus piyadesi tükenmişti ve susuzlukla mücadele ediyordu. Bölükler ve taburlar kare düzenine geçti ve nehir kenarına bu şekilde yürüyüp bir kısmı Tatar atlılarını savuştururken kalan kısmı su içti. Rus piyadesi ancak 9 Temmuz Pazartesi günü öğleden sonra Stanilesti'de bir araya gelebildi. Buradaki bir burun üzerinde etraflarını saran atlılara karşı direnebilmek için diz siperleri kazmaya başladılar. Akşam olmadan yeniçeriler dahil uzun Türk piyade hatları ulaşmaya başladı ve sadrazamın mevcudiyetiyle Osmanlı elit muhafızları kabataslak inşa edilmiş Rus kampına büyük bir saldırıya geçtiler. Petro'nun askerleri ilerleyen yeniçeri saflarına yoğun ateş açarken Rus ordusu disiplinini koruyabildi. İlk saldırı bozuldu, Türk piyadesi geri çekildi ve bu defa kendileri Rus kampını tamamen çeviren bir siper hattı kurmaya başladı. Türk topçusu da ulaştı ve geniş bir hilal şeklinde toplar yerlerine yerleştirildi; gece çöktüğünde 300 top ağızlarını Rus kampına çevirmişti. Binlerce Tatar atlısı, Karl'ın sağladığı Leh ve Kazaklarla beraber nehrin karşı yakasında devriye geziyordu. Kaçış yolu yoktu: Çar ve ordusu kuşatılmıştı. Türklerin gücü eziciydi: 120.000 piyade ve 80.000 süvari. Petro'nun gücü ise sadece 38.000 piyadeydi. Süvari kuvvetleri hayli güneyde, Ronne'la birlikteydi. Nehire karşı saplanıp kalmış ve kampını gülle ve mermilerle silip süpürecek 300 topla çevrelenmişti. Daha da önemlisi askerleri açlık ve sıcaktan öyle tükenmişti ki bazıları savaşacak halde bile değildi. Nehirden su çekmek de zordu; bu maksatla gönderilen adamlar karşı kıyıya yığılmış Tatar atlılarının yoğun ateşi karşısında geri dönüyorlardı. Toprak istihkamları zayıftı ve kısımlardan biri sadece yük arabası atlarının leşleri ve derme çatma kazıklarla kapatılmıştı. Kampın ortasında Katerina ve kadınları korumak için alçak bir çukur kazılmıştı. Arabalarla çevrilmiş ve güneşten bir tenteyle korunan bu yer Türk güllelerine karşı güçsüz bir maniaydı. İçeride Katerina sükunetle bekliyor, etrafındaki diğer kadınlar gözyaşı döküyordu. Petro'nun durumu çözümsüzdü. O gece nehrin her iki yanındaki alçak tepelerde göz alabildiğine pırıldayan binlerce kamp ateşiyle, her yanı sarmış muazzam Osmanlı ordusuna baktı. Sabah geldiğinde Türkler kuşkusuz saldıracak ve sonu gelecekti. Rus çarı, Poltava fatihi yakalanacak ve belki de İstanbul sokaklarında bir kafesin içinde yürütülerek herkese gösterilecekti.

https://preview.redd.it/y5k8isycmnxc1.jpg?width=500&format=pjpg&auto=webp&s=9289b231ef78b21b4a4873065c74ba9e61053312


Yirmi yıldır zahmet ve eziyetlerle meydana getirilen eseri bir gecede buhar olup gidecekti. Gerçekten de her şey böyle sona erebilir miydi? Elbette, bir bakımdan bu kolaylıkla mümkündü. Aynı şey düşmanı Karl'ın başına gelmemiş miydi? Sebep de tamamen aynı şeydi: Aşırı kibirli haliyle ve kaderinden çok fazla emin olarak o da düşmanın arazisine çok derin girmiş, macera aramıştı. Aslına bakılırsa, durum Karl'ın Perevoluçna'daki vaziyetinden çok daha kötüydü. İsveç ordusu orada daha üstün kuvvetlerle çevrilmemiş ve kral da kaçmanın yolunu bulmuştu. Fakat burada bütün kartlar Türklerin elindeydi: Rus ordusunu, yeni çariçeyi ve en önemlisi de her şeyin bağlı olduğu kişi olan çarı teslim alabilirlerdi. Nelerden vazgeçmek, toprak veya hazine bakımından Rusya özgürlüğünü kazanmak için ne bedeller ödemek zorunda kalacaktı?
Bir hikayeye göre, o esnada çar, Boğdan birliklerinin komutanı Necule'ye Katerina ve kendisini Macar sınırına götürüp götüremeyeceğini sormuştur. Kuşatma hatlarını bir şekilde geçebilse bile, tüm Moldava'nın Tatar atlılarıyla dolu olduğunu bilen Necule bunu reddetmiştir. Bazıları da bu ricanın Petro'nun korkaklığını gösterdiğini söylemiştir. Bununla beraber, muharebe kaybedilmiş ve ordusu teslimin eşiğine gelmişse, devletin başı milletini kurtarmayı düşünmeliydi. Petro o esnada kendisinin Rusya olduğunu bilmekteydi. O kadar dikkatle kurduğu ordunun yanı sıra kendisinin de esir alınması halinde Rusya'nın nasıl bir darbe alacağını bilmekteydi. Zaman içinde -özgürlüğünü koruduğu takdirde- yitirilen bir ordunun yerine yenisi konulabilirdi. Ancak kendisinin kaybedilmesi onulmaz bir zarar verebilirdi. Ertesi sabah, salı günü, her şey sona erebilirdi. Türk topçusu ateş açtı ve Ruslar son direniş için hazırlandılar - ancak yeniçeriler taarruza geçmedi.

https://preview.redd.it/23j5jiqvlnxc1.jpg?width=1400&format=pjpg&auto=webp&s=d9d5a062552dd7b4913409aeb5f5535fd142f195

Ümitsizlik içinde Petro bir huruç emretti ve binlerce bezgin asker siperlerinden kalkıp kendilerini Osmanlıların ön saflarına attılar ve geri çekilmeye mecbur kalmadan önce ağır kayıplar verdirdiler. Huruç sırasında alınan esirlerin birinden Petro yeniçerilerin de bir önceki günün çarpışmalarında ağır kayıplara maruz kaldığını ve Rus hatlarına bir başka geniş çaplı saldırıya geçmekten geri durduklarını öğrendi. En azından bu çara teslim şartlarını müzakere ederken bir manevra alanı tanıyabilirdi. Fasıla sırasında Petro Türklerin ne şartlar önerebileceklerini öğrenmek maksadıyla sadrazama bir temsilci göndermeyi Şeremetev ve şansölye yardımcısı Şafirov'a önerdi. Askeri durumu gayet berrak değerlendirebilen Şeremetev efendisine önerinin saçma olduğunu sözünü sakınmadan söyledi. Türkler teslimden başka bir şeyi neden dikkate almalıydı? Kedi, fareyle müzakere etmezdi. Fakat Katerina da toplantıdaydı ve kocasını dediğini yapması için cesaretlendirdi. Şeremetev'e Rus ordusunun komutanı sıfatıyla kendi adına bir öneri kaleme alması emredildi. Teklifi hazırlarken Petro beklentilerini karanlık bir gerçekçilikle gözlemledi. Karl'ın padişahın misafiri ve artık müttefiki de olduğunu bilerek bir barış anlaşmasının Türkiye ile olduğu kadar İsveç'le de ihtilaflarını çözümlemesini içermesi gerekeceğini farz etmekteydi. Vereceği tavizlerin sarsıcı olacağını tahmin etmekteydi. İlk önerisine dahil edilmese de eninde sonunda Azak'ı teslim etmeye, Tagonrog'u yıkmaya ve yirmi yıldan beri Türklerden kazandığı her şeyden vazgeçmeye hazırdı. İsveçlilere Livonya, Estonya, Karelya'yı, yani "sevgili cenneti" St. Petersburg dışında savaşta aldığı her şeyi iade edecekti. Bu yetmezmiş gibi, kadim Rus şehri Pskov ve diğer toprakları da pazarlığa koyacaktı. İlaveten Karl'ın İsveç'e dönmesine izin vermeye, Stanislaus'u Lehistan kralı olarak tanımaya ve Lehistan'ın içişlerine müdahaleden geri durmayı vaat etmeye de hazırdı. Sadrazam ve diğer Türk görevlilerini teşvik için büyük rüşvetler teklif edebilirdi: Sadrazam için önerilen hediye miktarı 150.000 rubleydi. Öğleden sonra öneriler kaleme alındı ve Şafirov borular çalınarak beyaz bayrak altında sadrazama takdim için gönderildi. Rusların bilmediği şey, Şafirov'un sadrazamın kampına gelişinin bu mütereddit savaşçıda derin bir rahatlama yaratmış olmasıydı. Yaşlı Baltacı çok odalı ipek çadırında şaşkın ve huzursuzdu. En iyi birlikleri yeniçeriler taarruzun yenilenmesi konusunda homurdanıyorlardı. Zayıflamış bile olsa Rus kampına karşı bir başka saldırı Habsburg Avusturya'sının bir başka savaş için seferberliğe geçtiğinin söylendiği bir sırada asker saflarını ciddi şekilde seyreltebilirdi.
Dahası sadrazamın elinde Petro'nun henüz öğrenmediği bir haber de vardı: Ronne'un Rus süvarisi Braila'yı zapt etmiş, Türk ordusunun ikmal malzemelerinden birçoğunu ele geçirmiş ve barut depolarının bir kısmını yakmıştı. Yanı başındaki Poniatowski ve Tatar hanı nihai taarruza geçilmesini, bir hamlede muharebenin ve çarın bitirilmesini ısrarla istiyorlardı. Şafirov çadırına getirildiğinde Baltacı bu talebi gönülsüzce kabul etmek ve büyük taarruz için emri vermek üzereydi. Rus şansölye yardımcısı savaşın hiçbirinin gerçek çıkarlarına hizmet etmediğini ve başkalarının entrikaları sonucu meydana geldiğini öne süren Şeremetev'in mektubunu teslim etti. Dolayısıyla iki general kan akıtılmasına son vermeli ve barış şartlarını araştırmalıydı. Sadrazam bu işte Allah'ın elini gördü. Daha fazla savaş riskine girmeden zafer kazanabilir ve kahraman olabilirdi. Poniatowski ile hanın kederli ricalarına kulak asmayan Baltacı bombardımanın durdurulmasını emretti ve mutluluk içinde Rus temsilciyle masaya oturdu. Müzakereler gece boyunca devam etti. Ertesi sabah Şafirov sadrazamın barışa heves gösterdiği halde görüşmelerin uzadığı haberini gönderdi. Sabırsızlık içindeki Petro "kölelik dışında" önerilen her şartı kabul etmesi, ancak derhal anlaşmaya varması talimatını temsilcisine verdi. Rus askerleri açlık çekiyordu ve barış sağlanamazsa, Petro Türk siperlerine ümitsiz bir yarma saldırısı için son gücünü kullanmak istemekteydi. Savaşın bu yeniden başlatılması tehdidiyle harekete geçen Baltacı şartlarını sıraladı. Türkler bakımından Petro bildirilen şartları beklemişti: Çar 1696 seferinin ve 1700 antlaşmasının bütün kazançlarından vazgeçecekti. Azak ve Tagonrog iade edilecek, Karadeniz filosu ilga edilecek, Aşağı Dinyeper kaleleri yıkılacaktı. İlaveten Rus birlikleri Lehistan'ı boşaltacak ve çarın İstanbul' da daimi elçi bulundurma hakkı iptal edilecekti. İsveç bakımından ise, Kral XII. Karl'a ülkesine serbest geçiş hakkı tanınacak ve çar onunla "anlaşmaya ulaşılabilirse, barış akdedecek"ti. Bu yükümlülüklerin karşılığında Osmanlı ordusu kenara çekilecek ve kuşatılan Rus ordusu barış içinde ülkesine dönebilecekti.
demirbaş şarl ve osmanlı elçisi


Petro bu şartları duyduğunda hayret etti. Hafif olmamakla birlikte -güneyde her şeyi kaybetmekteydi- beklediğinden çok daha yumuşaktı. Karl'ın ülkesine dönmesi ve Petro'nun barış akdetmeye çalışması dışında İsveç hakkında hiçbir şey söylenmemekteydi. Mevcut şartlar altında kurtuluşa erdikleri söylenebilirdi. Türkler bir şart daha eklediler: Şafirov ile mareşalin oğlu Albay Mihail Şeremetev Ruslar Azak ile diğer toprakların iadesi vaadi yerine getirilene kadar rehin olarak Osmanlı'da kalacaklardı. Petro sadrazam fikrini değiştirmeden önce anlaşmanın imzalanması için telaş gösterdi. Şafirov genç Şeremetev'i aldı ve derhal Türk kampına dönerek 12 Temmuz'da antlaşmayı imzaladı. Silahlarını bırakmayan Rus ordusu ayın 13'ünde kollar tertip ederek belalı Prut kampından yürüyerek çıktı. Ancak Petro ve ordu ayrılmadan önce bilmeden nihai ve potansiyel olarak feci sonuçlara yol açabilecek bir bunalımdan daha geçtiler.
Baltacı'nın Şafirov'la görüştüğü sırada Poniatowski müzakereleri geciktirmek için elinden geleni yapmıştı. XII. Karl'ın temsilcisi, Petro'nun kıstırıldığını ve sadrazam tarafından dikte edilen her şartı kabul etmek zorunda kalacağını görmüştü. Efendisinin ihtiyaçları göz ardı edilmediği takdirde, İsveç kaybettiği her şeyi, belki de daha fazlasını geri alabilirdi. Bu sebeple Şafirov sadrazamın çadırına gelir gelmez, Poniatowski hemen dışarı çıktı, Karl'a aceleyle bir mektup yazdı, bir ulağa vererek dörtnala Bender' e götürmesini istedi. Poniatowski notunu 11 Temmuz öğlen vakti yazdı. Atlı Bender'e ayın 12'si akşamı ulaştı. Kari derhal harekete geçti. Atını eyerletti. Akşam saat onda 80 kilometre uzaklıktaki Prut'a doğru karanlıklar içinde dörtnala gidiyordu. On yedi saat hiç durmadan at sürdükten sonra ayın 13'ünde öğleden sonra saat üçte aniden sadrazamın kampının dışında belirdi. Hatlardan geçtiğinde derme çatma Rus tahkimatına bakma fırsatı buldu. Rus kollarının sonuncusu hiçbir engelle karşılaşmadan Tatar atlı müfrezelerinin eşliğinde önünden geçip gitmekteydi. Kral her şeyi anladı: Türk toplarının hakim konumuyla, taarruza bile geçmeden birkaç günlük beklemeyle aç Ruslar kolaylıkla esir alınabilirdi. Karşısındaki manzarayı inceleyen Karl'ın Türk ordusuna eşlik etmeme kararından ötürü duymuş olabileceği pişmanlığı kimse bilemez. Orada olup Tatar hanına görüşleriyle güç katmış olsaydı (sadrazam antlaşmayı imzaladığında hanın öfkeden ağladığı söylenir) her şey farklı bir neticeye

https://preview.redd.it/6kt0bijlmnxc1.jpg?width=408&format=pjpg&auto=webp&s=d97fd0d47bba11906c49f9a97975b32c210ca868


varabilirdi. Seyreden Türk askerlerinin arasından sessizce sadrazamın çadırına gitti. Yanında Poniatowski ve bir tercümanla birlikte hala mahmuzları ve kirli çizmeleriyle kabaca içeri girdi ve İslam'ın kutsal yeşil sancağının yanındaki bir divana kendisini yorgunluk içinde attı. Sadrazam beraberinde han ve kalabalık bir grup subayla içeri girdiğinde Kari çekilmelerini, Baltacı'yla özel konuşmak istediğini söyledi. İki adam sessizlik içinde kahve içtiler ve ardından Kari duygularını gizlemek için olağanüstü bir gayret göstererek, sadrazama neden Rus ordusunu bıraktığını sordu. Baltacı sakince, "Devleti Ali için yeterli kazanç elde ettim. Barış isteyen düşmana merhamet göstermemek İslam'a aykırıdır" dedi. Kari, padişahın bu kadar sınırlı bir zaferden memnun kalıp kalmayacağını sordu. Baltacı "Ordunun kumandası bendedir, istediğim zaman barış yaparım" cevabını verdi. Bu noktada, hüsranını daha fazla saklayamayan Kari yerinden kalktı ve son bir ricada bulundu. Kendisi antlaşmanın tarafı olmadığına göre, sadrazam ona Türk ordusunun küçük bir kısmını ve birkaç top verebilir miydi? Bunlarla Rusları takip edip çok daha fazlasını elde edebilirdi. Baltacı, müminlerin bir Hıristiyan tarafından yönetilemiyeceğini beyan ederek teklifi reddetti. Oyun bitmiş ve Kari yenilmişti. O andan itibaren o ve Baltacı can düşmanı oldular ve ellerinden gelen her şeyle birbirlerinden kurtulmaya çalıştılar. Sadrazam İsveçlilere günlük tahsisatı durdurdu, tüccarlara erzak satmalarını yasakladı ve Karl'ın postasına müdahale etti. Kari da padişaha Baltacı'nın davranışları hakkında acı şikayetlerde bulunarak karşılık verdi. Özellikle İstanbul'daki temsilcileri vasıtasıyla sadrazamın çarı ve ordusunu bırakmasının gerçek sebebinin aldığı büyük rüşvet olduğu söylentisini yaydı. Bu hikaye Rusya' da da yer etti. Bir versiyona göre, Katerina -bazıları kocasının bilgisi olmadan, diğerleri Petro'nun gizli rızasıyla olduğunu söyler-çarın özgürlüğü karşılığında büyük bir miktar parayı ve mücevherlerini sadrazama teklif etmesini Şafirov'a emretmiştir. Geriye bakıldığında, bu hikaye abartılı görünmektedir. Baltacı'ya önemli bir miktar olan 150.000 ruble vaat edilmişti ... Bununla beraber kıyasen hafif şartlar içeren bir antlaşma yapmasının sebebi muhtemelen bu değildi. Başka sebepleri vardı: Öncelikle o bir savaşçı değildi; askerleri savaşmaya gönülsüzdü ve Avusturya'yla yeni bir savaştan çekiniyordu. Rusya'yla savaşı sona erdirmekten memnundu; Devlet Giray Han'ın fanatik Rus düşmanlığından hoşlanmıyor ve dizginini çekmek istiyordu. Dahası, kuşkusuz XII. Karl'a mesaj gönderildiğini öğrenmiş, her an kampa gelmesini ve bir imha savaşı talep etmesini bekliyordu. Gerçekten de Kari gelse ve Petro ele geçirilseydi, Avrupa'nın en büyük hükümdarlarından ikisini, her ikisi de ordusuz ve iktidarsız, "misafir" olarak elinde bulundurmak gibi karmaşık bir konuma girecekti. Bunun diplomatik yankılarını düşünemiyordu.

https://preview.redd.it/3ipp8zjannxc1.jpg?width=750&format=pjpg&auto=webp&s=354384914cbc21489fc0c92abee96cf063e04259

Öte yandan Osmanlı bakış açısından tüm hedeflerini başarmıştı. Rusya'nın padişahtan aldığı topraklar tamamen iade edilmişti. Bir barış antlaşmasından başka ne beklenebilirdi? Kari için bu düşüncelerden teselli bulmak mümkün değildi. Benzersiz bir fırsat, neredeyse çaresiz kalmış düşmanın ezici bir güçle üzerine gidilmesi anı, sadece kaçırılmamış, bilinçli şekilde boşa harcanmıştı. O andan sonra Kari yoğun çaba ve yardımlarla çar ile Osmanlı arasında üç kısa savaş çıkarttığı halde böyle bir fırsat bir daha asla yakalanamadı. Poltava, Petro'nun Karl'a karşı savaşındaki belirleyici konumunu sürdürdü; Prut bu konumu sarsamadı. Kari kadar Petro da bunun farkındaydı. "Orada kuş ellerindeydi" demiştir, "fakat bu bir daha olmayacak."
Sadrazam Prut Muharebesi'ni kazanmış, bununla beraber hiç kimse özellikle de padişah müteşekkir kalmamıştı. Hem Petro hem Kari kayba uğramıştı. Aralarındaki fark, birincisinin olabileceğinden daha az kaybetmesi, ikincisinin ise her şeyi kazanabilecek durumdayken hiçbir şey elde edememesiydi. Petro'nun müttefiklerinden Eflak ve Boğdan voyvodaları da oyunu kaybetmiş, birincisi kellesini, ikincisi ülkesini yitirmişti. Boğdan Prensi Kantemir'in teslim edilmesi sadrazamın esas şartlarından biriydi. Voyvoda yük arabalarının birinde Çariçe Katerina'nın eşyalarının altına saklanmıştı ve nerede olduğunu adamlarından üçü bilmekteydi. Şafirov bu sebeple Kantemir'in teslim edilmesinin mümkün olmadığını, muharebenin ilk gününden beri kimsenin kendisini görmediğini doğrulukla sadrazama söyleyebildi. Sadrazam aşağı gören bir tavırla meseleyi bir tarafa bıraktı: "Pekala, bundan artık bahsetmeyelim. İki büyük devlet bir korkak yüzünden savaşı uzatamaz. Yakında zaten o da hak ettiğine kavuşur."

Kantemir karısı ve çocuklarını Yaş'tan alarak yirmi dört önde gelen boyada birlikte Rusların yanında kaçtı ve çarın ordusuyla Rusya'ya döndü. Petro orada kendisine lütuflarda bulundu, Rusya Prensi unvanını verdi ve Harkov yakınlarında geniş mülkler bağışladı. Oğlu hariciye hizmetine girdi ve Rusya'nın İngiltere ve Fransa büyükelçiliğini yaptı. Kantemir'in prensliği Bağdan ise o kadar şanslı değildi. Baltacı Tatarlara şehirleri ve köyleri ateş ve kılıçla yakıp yıkma iznini verdi. Önce padişaha, sonra da çara ihanet eden Eflak Voyvodası Brankovo'nun kaderi buna uygun bir çizgide ilerledi: Türkler ona bir daha hiç güvenmedi. İstanbul'da suların aleyhine döndüğüne dair uyarılmasına ve rahat bir sürgün hayatı için Batı Avrupa'ya para göndermeye başlamasına rağmen Brankovo ayrılışını geciktirdi. 1714 ilkbaharında tutuklandı ve İstanbul'a gönderildi. Burada altmışıncı doğum gününde iki oğluyla birlikte boynu vuruldu.
Prut'ta imzalanan antlaşma savaşı sona erdirdi ancak barışı getirmedi. Azak ve Tagonrog'u teslim etmekten keder duyan Petro, XII. Karl Osmanlı'dan çıkarılana kadar ayak sürüdü. İstanbul'da kıdemli Rus diplomatı olarak Tolstoy'un yerini alan Şafirov İsveç kralını derhal sınır dışı etmesi için sadrazama baskıda bulundu. Baltacı bu yönde gayret gösterdi. Sadrazam, Şafirov'a "Dilerim şeytan götürsün onu çünkü görüyorum ki krallığı sadece isimden ibarettir. İçinde bir hissiyat kalmamış, hayvan gibi olmuştur. Şu veya bu şekilde ondan kurtulmaya çalışacağım" dedi. Karl ayrılmayı düpedüz reddettiğinden Baltacı başarı elde edemedi. Bu esnada kralın ajanları İstanbul'da faal şekilde Baltacı'yı düşürmeye çalışıyordu. Petro ayak diremeyi sürdürdü, Apraksin'e gönderdiği emirlerle Azak tahkimatlarını henüz yıkmamasını, ilave talimatları beklemesini istedi. Baskı altındaki Şafirov Azak'ın iki ay içinde teslim edileceğini Türklere vaat ettiğinde Petro tekrar Apraksin'e yazıp kalenin duvarlarını yere indirmesini, ancak temellere zarar vermemesini ve eksiksiz planlarının saklanması, böylece yeni bir değişiklik meydana geldiği takdirde, kalenin tekrar kolaylıkla inşa edilebileceğini bildirdi. Prut'ta atılan imzadan beş ay sonra Azak ve Tangorog hala bırakılmamıştı. Karl'ın ajanları bu durumu kullanıp, sadrazamın çarın kaçmasına izin verdiğini çünkü araba dolusu Rus altınının Prut'ta çadırına getirildiğini iddia eden söylentileri maharetle yaydılar ve azlini sağladılar. Yerine getirilen yeniçeri ağası Yusuf Paşa, Karl'ı memnun ederek, Azak ve Tagonrog'un teslim edilmemesini Rusya'ya yeniden savaş açılması için bahane olarak kullandı. Şafirov, Tolstoy ve genç Şeremetev Yedikule'ye geri gönderildiler. Bu esnada Tolstoy, Petro'ya yazarak Rusya'ya dönmesine izin verilmesi için istirhamda bulundu. Çetin koşullar altında on yıldır Osmanlı'da kalmış, yürüttüğü müzakereler artık amiri Şafirov tarafından üstlenilmişti. Petro bunu kabul etti ancak Türkler mutabık değildi. Kendisine nihai antlaşma imzalanana kadar beklemesi gerektiği, bunun ardından Şafirov'la beraber dönebileceği bildirildi. Bu yeni savaşta herhangi bir çarpışma yoktu ve Nisan 1712'de Petro'nun nihayet Azak ve Tagonrog'u teslimiyle sessizce sona erdi. Esasen Apraksin kaleleri işgale gelen Türk paşasıyla öyle iyi geçindi ki tüm top, barut ve ikmal malzemeleriyle geride kalan Rus gemilerinden dördünü iyi fiyatlara satmayı başardı. Bir Rus kaptanı da Whitworth'a, satılan gemilerin "ilk fırtınada parçalanacak" kadar çürümüş oldukları teminatını bile verdi.

Bu barış anlaşması kısa sürede Yusuf Paşa'nın devrilmesi ve yerine gelen Süleyman Paşa'nın, çarın askerlerini hala Lehistan' dan çekmediği yolunda aralıksız şikayet eden Karl'a kulak vermesiyle akamete uğradı. Türkler 10 Aralık 1712'de antlaşmanın ilgili maddesini uygulatmak için üçüncü defa savaş açtı. Tekrar, İngiltere ve Felemenk temsilcilerinin desteklediği Şafirov fiili çarpışmalar başlamadan meseleleri başarıyla hal yoluna soktu. Golovkin'e yazısında şu bilgiyi veriyordu: "Bu savaş Türk halkının bütünü tarafından sevilmemektedir. Sırf baştan beri Prut barışından memnun kalmayan padişahın iradesiyle başlatılmıştı. Padişah talihli şartlardan gereği gibi faydalanmayan sadrazama karşı büyük öfke duymaktadır." Nisan 1713'te, 3. Ahmet ordusunu topladı, dördüncü defa savaş ilan etti ve yanında Poniatowski'yle birlikte Rusya'ya tatbik edilecek daha yıkıcı şartlar içeren barış hükümlerini hazırladı: Tüm Ukrayna Osmanlı'ya terk edilecekti; St. Petersburg dahil Petro'nun tüm fetihleri İsveç'e iade edilecekti. Petro bu tehdide konuyu müzakere etmekle yetkilendirilmiş bir temsilci göndermeyi reddederek basitçe karşılık verdi. Zamanın geçmesiyle padişahın savaş şevki de kalmadı. Rusya'yı işgal fikrinin geçerliliğinden şüphe etmeye ve Karl'ı birçok sorunun kaynağı olarak görmeye başladı. Bender paşasına, Osmanlı devletini terk etmesi ve ülkesine dönmesi için İsveç kralı üzerindeki baskıyı artırması talimatı verildi. Rusya'yla müzakerelere devam edildi; sadrazamlar geldi ve gitti - Süleyman Paşa'nın yerine İbrahim Paşa, sonra padişahın en gözde damadı Ali Paşa geldi. En nihayetinde 18 Ekim 1713'te dördüncü savaş da padişahın Edirne Antlaşması'nı onaylamasıyla üç yıl içerisinde sona erdi. Fakat Şafirov, Tolstoy ve Mihail Şeremetev Rus-Türk sınırının nihai tespitine kadar hapiste tutuldu. Temsilciler sonunda Aralık 1714'te serbest bırakıldı ve ülkelerine dönmelerine izin verildi. Aylarca süren kapalılık ve bilinmezlikler genç Mihail Şeremetev'in üzerinde çok menfi bir etki yaratmıştı. Yedikule'de aklını yitirdi ve ülkesine dönüş yolunda öldü; Şafirov ve Tolstoy ise Büyük Petro'nun saltanatı sırasında mühim roller oynamaya devam etti.
Prut felaketine dönüp de baktığında, Petro'nun hatalarını kavraması zor olmadı. Normalde ihtiyatlı taktiklerini, XII. Karl'a karşı başarıyla uyguladığı bekleme oyununu terk etmişti. Bunun yerine Karl'ın rolünü benimseyip ihtiyatsızca Osmanlı devletinin üstüne atılmış, sadakatsiz çıkan bir müttefikin desteğine ve tedarik malzemelerine güvenmişti. Türk ordusunun gücü hakkında yanlış bilgiler almış ve sadrazamın hareket hızını yanlış hesaplamıştı. Türk ordusu Tuna'yı geçtikten sonra ve kuzeye ilerlerken dahi ilerlemesini sürdürmüştü. Daha sonraları, "yardımım için yakaran Hıristiyanları ümitsizliğe sevk etmemek amacıyla" devam etmek zorunda kaldığı açıklamasını getirmiştir. Gerçekte ise, seferi için en önemli Hıristiyanlar olan Eflaklılar ona ihanet etmişti. Yine de, akim kalmasına rağmen, Petro'nun Prut'a yürüyüşü Rus tarihinde yeni bir ufkun açıldığını haber vermiştir. Bir Rus çarı Balkanlar'ı işgal etmiş, Rus piyadesi Tuna'nın altmış kilometre yakınına kadar yürümüştü. Rus atları Kiev'in sekiz yüz kilometre güneyinde, Tuna'da atlarını sulamışlardı. Başka bir kehanet, Rusların Balkan Hıristiyanlarını kafire karşı isyana ve Rusları kurtarıcı olarak karşılamaya çağırmasıydı. Bu çarpıcı sesleniş bir tohum attı ve Rusya'nın Balkan Slavlarının koruyucusu olarak hareket edeceği fikrini yerleştirdi.
Prut mağlubiyeti ve padişahla nihai antlaşması Petro'nun güneydeki iddialarını sonsuza kadar bitirdi. Azak ve Tagonrog'dan Rus bayrağının indirilmesi ve kalelerin yıkılmasıyla gençliğinin rüyası ve on altı yıllık çalışması sona ermişti. Petro Azak hakkında, "Tanrı Adem'i cennetten atar gibi beni de bu yerden attı" demiştir. Yaşamı süresince bir daha asla Karadeniz filosu olmayacaktı. Don Nehri'nin ağzı kapalı kaldı ve padişahın özel gölü halinde kalan Karadeniz Rus gemilerine kapalı tutuldu. Rusya'nın Kırım'ı fethetmesi, Don Nehri'ni açması ve Kerç Boğazı'ndan zorla geçmesi, Petro'nun başlattığı işi tamamlayan Büyük Katerina'nın zamanında meydana geldi. Rusya tek kelimeyle Petro'nun bir arada başlattığı işleri başaracak kadar güçlü değildi. Çar İsveç'le hala savaştaydı, St. Petersburg'u inşa ediyordu ve kapsamlı reformlar ve örgütlenmelerle Moskof çarlığını yeni ve teknolojik bakımdan modern bir Avrupa devleti halinde biçimlendirmeye gayret ediyordu. Bu her şeyin üstündeki son hedefinde Baltık ve St. Petersburg, Karadeniz ve Azak'tan daha önemliydi. Petro farklı bir seçim yapıp, Neva'daki inşaatı durdursaydı, enerjisi, emeği ve parasını Ukrayna'nın Rus devletine bağlanmasına yöneltseydi, askerlerini ve denizcilerini Lehistan ve Baltık'tan çekip hepsini Türklerin karşısına çıkarsaydı, o zaman Petro'nun hayatı zamanında bir Rus filosu, bayrağıyla Karadeniz'de yelken açabilirdi. Onun seçimi farklı oldu. Batı uğruna güneyi terk etti, Karadeniz karşısında Baltık'a öncelik verdi. Rusya'nın Büyük Petro idaresinde nihai yönü Osmanlı İmparatorluğu'na değil, Avrupa'ya doğru olacaktı. Petro kayıpları ve bunun sonuçları hakkında çok dürüsttü. Apraksin'e şöyle yazmıştır:
Bu kadar emek ve paranın harcandığı yerlerden mahrum kalmamız acı vermiyor değil. Yine de bu mahrumiyetin bizi kıyas kabul etmez derecede daha önemli kazanç sağlayacak diğer tarafta [Baltık] güçlendireceğini umuyorum.
Daha sonraları Petro, Prut'ta başına gelenler hakkında daha da veciz bir değerlendirmede bulunmuştur: "Benim oradaki 'talihim', yüz darbe almaya mahkum edildiğim bir yerde elli darbe almam olmuştur."
submitted by MekhaDuk to TarihiSeyler [link] [comments]


2024.04.29 07:41 Confident-Snow-8024 The post of #sonoffener in instagram.

The post of #sonoffener in instagram.
So, what do you guys think?
submitted by Confident-Snow-8024 to besiktas [link] [comments]


2024.04.22 18:19 Itchy-Background9476 Neler oluyo bu ülkede

YEMIN EDIYORM BU ÜLKEDE AKILLI VARSA TÜM GRUP SIRAYA GEÇIP BENI TEK TEK SIKTEN GEÇIRSIN BEN BÖYLE BI ŞEY GÖRMEDIM.KAPININ ÖNÜNDE PERŞEMBE PAZARI VAR EKMEK ALMAYA INDIM FIRININ ÖNÜNDEKI TEZGAHTA KAVGA ÇIKMIŞ FIRINA GIRDIM EKMEĞI ALDIM ABIYE DUR ABI IZLEYELM AZ DEDIM,BAKTIM KADININ TEKI PAZARCIYA BAĞIRIYO 'YAV EKSIK PARA VERMEDIYSEN CÜMLE ALEM GÖTÜMi SIKSIN" DIYO ADAM YAV ABLA KURAN ÇARPSIN 20 LIRANI VERDIM DIYO KADIN BIRDEN DINDEN IMANDAN ÇIKTI ADAMA DOMATES FIRLATMAYA BAŞLADI ORTALIK KAOS FIRINCIYLA KRIZ GEÇIRIVORUZ IÇERDE, KADIN 5 FIRLATTI 6 FIRLATTI BAKTIM AYIRDILAR KADIN CÜZDANI AÇTI "YAV KARDEŞ PARDON 20 LIRA VARMIŞ BURDA HAKKINI HELAL ET" DEDI GITTI ADAMIN BI BAKIŞI VARDI MÜSLÜM GÜRSES GORSE KENDINI JILETLERDI ALLAH ÇARPSN DELIRMEMEK ELDE DEĞIL NELER OLUY0 BU ÜLKEDE
submitted by Itchy-Background9476 to KGBTR [link] [comments]


http://activeproperty.pl/